‘Lost in Language / Dilde Kayboluş’

‘Lost in Language’, İstanbul’da yaşayan, 30’lu yaşlarındaki bir Alevî Kürt kadının gerçek yaşam öyküsünden yola çıkarak yazılmış uzunca bir söyleşi. ‘B’, 6 yaşından 12 yaşına kadar Almanya’da ailesiyle mülteci olarak yaşamış; geri gönderildikleri Türkiye’de birkaç kez Anadolu ile İstanbul arasında yer değiştirmiş. Lost in Language, Almanya’da Protestan olarak vaftiz edilmiş olsa da, kendisini ateist olarak tanımlayan B’nin, farklı coğrafyalarda var olma durumuna ve farklı dillerle verdiği savaşa odaklanıyor.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
22 Şubat 2017 Çarşamba

Farklı ülkelerin ve farklı dillerin oluşturduğu farklı dünyalar arasındaki konargöçer yaşantısını, aynı karakteri yorumlayan üç oyuncu (Berfin Zenderlioğlu, Gülhan Kadim, Laila Nielsen), aynı sahnede üç farklı dilde anlatıyor. Almanca yazılmış orijinal metni Laila Nielsen canlandırırken, Berfin Zenderlioğlu Kürtçe (çeviri Mîrza Metin), Gülhan Kadim de Türkçe (çeviri Bilge Kutlu) olarak yorumluyor. Tasarımını ve sahnelenmesini Frank Heuel’in üstlendiği oyunda sahne tasarımcısı ve video sanatçısı Annika Ley, hem mekânı var ediyor, hem de performansın bir parçası niteliğindeki video enstalasyonuyla yapıma önemli katkı sağlıyor.

Fuayede başlayan, mekâna alındıklarında izleyicilerin arasında devam eden oyun, birinin başlattığı cümleye diğerinin devam ettiği, sesler, diller gibi bedenlerin de birbirine karışarak aynı kadının üç farklı yüzünü oluşturduğu, sonunda da, üç dilde anlatılan öykünün yazılı olduğu şeritleri usulcacık kucağımıza bıraktıkları çok etkileyici bir interaktif çalışma.

 

‘Aradurak’

Şermola Performans ve fringe ensemble işbirliğiyle gerçekleştirilen, Mîrza Metin’in kaleme aldığı ‘Rawestgeharaf / Aradurak’, Kürtçe, Türkçe ve Almanca olarak ve yine bu dillerde üst yazı kullanılarak Türkiye’de sadece altı gösteri yaptı. Paralel olarak dünya prömiyerinden bir gün sonra, 18 Şubat’ta Münih’de Residenztheater’da Franziska Angerer yönetmenliğinde okuma tiyatrosu olarak sahnelendi.

Mîrza Metin, Residenztheater Munich ve Goethe Institute Munich’in gerçekleştireceği ‘World / Stage’ adlı  etkinlik için davet aldı. Gelecek sezon başında Almanya’ya yolculuk edecek.

Sahne tasarımını Bilge Kutlu ve Annika Ley’in üstlendiği, Frank Hauel’in yönettiği Aradurak yaklaşan fırtınadan kaçan, birbirlerinin dilini hiç bilmeyen üç adamın, ıssızlığın ortasında bir otobüs durağında karşılaşmalarını konu alıyor. 

Farklı diller konuşan, farklı mesleklere mensup Dav, Hay ve Kam ve (David Fischer, Mîrza Metin, Sermet Yeşil) fırtınanın yaklaşmakta olduğu haberi üzerine ülkeyi terk etmek için, uçsuz bucaksız bir yerdeki otobüs durağına gelmişlerdir. Birbirlerini anlamaya çabalarlarken, yukarıda bir yerden Türkçe bir not düşer: “Dikkat! Otobüs on dakika sonra Aradurak’ta olacaktır. Otobüste bir kişilik yer kalmıştır.”

Kuşağının en iyi yazarlarından biri olarak gördüğüm Mîrza Metin, Aradurak’la farklı bir biçeme, absürd komediye başarıyla geçiyor. Aynı dili konuşsalar bile, herkesin kendi derdine düştüğü, kendinden başka hiç kimsenin sorunlarıyla ilgilenmediği, kimsenin birbirini anlayamadığı yeni bir Babil Kulesine dönüşmüş olan günümüz dünyasının eleştirisini, müthiş karanlık ve bir o kadar da ciddi bir güldürü olarak ele alıyor.

Ne Almanın salt Alman, ne Türkün salt Türk, ne Kürdün salt Kürt olmadığı, bu ırklar çorbasının tuzu biberi olarak Yahudilik ve Ermeniliğin de katıldığı bu kargaşada,  ötekileştirmenin ve ırkçılığın anlamsızlığını da zekice vurguluyor.

Uzun zamandan beri, böylesine sert ve karamsar bir metni baştan sona kahkahalarla izlediğimi anımsamıyorum. Buna Mîrza’nın çok başarılı metnini sahneleyen Frank Hauel’in oyuncularından elde ettiği dört dörtlük takım oyunculuğunun büyük etkisi var. Almanya’dan gelen David Fischer’i ilk kez tanıdık ama sanırım Mîrza Metin ve Sermet Yeşil’in müthiş güldürü yeteneklerini su yüzüne çıkarmalarına Hauel’in katkısı büyük. İkisi de her rolün altından rahatlıkla kalkacak çok usta oyuncular ama bu kadar komik olabilecekleri aklımdan geçmezdi doğrusu.

Çok iyi yazılmış, çok iyi oynanmış, çok iyi sahnelenmiş bir oyun. Nisan ayında birkaç kez daha sahnelenmek için çalışıyorlar. Tekrarlanırsa sakın kaçırmayın.

 

Fiziksel Tiyatro Araştırmaları  ‘Şatonun Altında’         

Fiziksel Tiyatro Araştırmaları, sahne sanatlarında devrim yaratan Jacques Lecoq’un 1956’da Paris’te açtığı ve 1999’daki ölümüne kadar eğitmenlik yaptığı  L'École Internationale de Théâtre Jacques Lecoq bünyesinde verilen eğitimin izinden giden atölye çalışmalarına yoğunlaşmış bir oluşum.

Tiyatro yüksek lisansının ardından Norveç Rosegarden Theatre’da fiziksel tiyatro ve clown eğitimi alan, Lecoq ekolünün önemli okullarından İtalya’daki Scuola Helicos’tan mezun olan Güray Dinçol, Tiyatro BeReZe’de çalışmalarına devam ederken, KargART, ODTÜ Mezunlar Derneği, Haliç ve Yeditepe Üniversiteleri. Tiyatro Bölümü, Halkevleri, Kumbaracı50, Tiyatro Medresesi gibi birçok kurumda Clown ve Fiziksel Tiyatro eğitimi vermiş. Üç yıl önce, kumbaracı50 organizasyonuyla açılan Fiziksel Tiyatro ve Komedi Okulunun kurucularından.

Okulun Lecoq pedagojisinden ilham alınarak hazırlanan, Jacques Lecoq, LISPA; Helicos gibi okullardan mezun eğitmen kadrosu tarafından tasarlanan 23 haftalık programı toplamda 230 saatlik bir çalışmayı içeriyor. ‘Fiziksel tiyatronun’ beden ve hareket odaklı temel araçlarını kullanarak katılımcıları bu araçlar üzerinden ortak bir üretim-yaratım sürecine dahil ediyor.

Güray Dinçol, mezuniyetlerinden sonra birlikte üretmek isteyen Gülden Arsal ve Pınar Akkuzu’nun ‘fikir anneliğini’ yaptıkları, doğaçlamalardan yola çıkarak, Shakespeare’in Macbeth’inin uyarlamasına ulaştıkları ‘Şatonun Altında’ oyununu yönetiyor

Fiziksel Tiyatro Araştırmaları grubunun ortak çalışması olarak yazılan Şatonun Altında clown, fiziksel  hikâye anlatıcılığı, maske oyunculuğu, bufon, grotesk oyunculuk gibi farklı stilleri harmanlayan çok ilginç bir deneme.

‘Şato’ Macbeth’in şatosu ama Macbeth’in hikâyesi bu kez ölümünden sonra, ne kadar zamandır orada olduğunu bilmediğimiz sayısız krallığa, savaşa, yıkıma tanık olmuş iki çamaşırcı kadın, delirmeyle kehanetin, erdemle vahşetin sınırlarında gezen iki tuhaf yaratık tarafından ‘şatonun altında’ anlatılıyor.

Oyunun temel yapısını, ‘bufonlar’ oluşturuyor. Sözlük karşılıkları şaklaban, dalgacı, soytarı, şakacı, farfara olan bufonlar, Lecoq sahnesinde hiçbir şeye inanmayan, insanlığı alay konusu olarak gören, her şeyle dalga geçmek için var olan, yeraltı dünyasına ait yaratıklar.  

Önden, arkadan, alttan, üstten kambur, eciş bücüş bufonların eline düştüğünde Macbeth’in karanlık ve rahatsız edici yazgısı ciddi bir evrim geçirerek, kışkırtıcı, absürd, trajik, grotesk, vahşi ve bol kanlı bir güldürüye dönüşüyor.

Gülden Arsal’la Pınar Akkuzu oyunun başındaki beş dakikalık sözsüz giriş bölümünden itibaren izleyiciyi avucunun içine alan interaktif bir iletişim gerçekleştiriyorlar.

Lady Macbeth’in kışkırtıcılığına karşın, erkekler dünyasında, erkeklerin arasında geçen öyküyü kadın gözüyle irdeleyişleri de çok etkileyici.

Bu baş döndürücü performansı yöneten Güray Dinçol’un müthiş yaratıcı sahnelemesi birbirinden parlak buluşlarla dolu. Birkaç çarşaf, bir çamaşır teknesi, bir avuç mandal ve de iki pancarla yaratılan olağanüstü dünyayı ise tarif etmek mümkün değil. Görmek şart.

Adı üstünde, fiziksel tiyatro bu. Anlatılması ya da izlenmesi değil, deneyimlenmesi, katılınması gereken bir olay. Her Çarşamba Taşra Kabare’de; 25 Mart 20.30’da ikincikat’ta. Hepinize iyi seyirler dilerim.