Woody Allen ve ‘Cafe Society

Woody Allen ‘Cafe Society’de öyküsünün merkezine yerleştirdiği Yahudi aile ile müthiş bir mizah geliştiriyor. Kendisine özgü benzersiz ‘humor’u aracılığıyla Yahudi ırkının özelliklerini sinemaya taşıyan yönetmen, bu kez kamerasını 1930’ların Hollywood’una uzatıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
31 Ağustos 2016 Çarşamba
Cannes Film Festivali Direktörü Thiery Frémaux, Woody Allen’ı tarif ederken “Moliere, Comédie Française için ne ise, Woody Allen Cannes için odur” demişti. Cannes’a en çok sayıda yarışma dışı filmle katılma rekorunu elinde bulunduran Allen, bu yıl ‘Cafe Society’ ile festivalin açılışını yaptı.

30’lu yılların Hollywood’unda geçen konusuyla film, dönem atmosferini ustalıkla yansıtırken, kalp kırıklıkları, kaçan fırsatlar, tesadüfler, sahte hayatlar ve Yahudi aile ve toplum ilişkileri temalarının hakkını veriyor.

W. Allen’ın zekâ dolu diyalogları, bilinen mizah gücünü yansıtan esprilerle renklenen film izleyicisini eğlendiriyor. Öyküsünün merkezine yerleştirdiği Yahudi aile üzerinde müthiş bir mizah geliştiren sanatçı, 81 yaşında formunu koruduğunu kanıtlıyor.

Durum komedilerinin büyük ustası, kahramanını “Biz Yahudiler her şeye hâkimizdir” diye konuştururken, yakalanıp müebbet hapse mahkûm edilen ağabeyi, ölmeden önce Hıristiyan dinine geçtiğini söylediği annesini çıldırtıyor. Kendine özgü benzersiz ‘humor’ ve alaycılığı ile Yahudi ırkının özelliklerini sinemaya taşıyan, Avrupa kültürüne düşkünlüğünü, Londra, Paris, Roma ve Barselona gibi kentlerde film çevirerek gösteren Allen, ‘Irrational Man’den sonra (2015), kamerasını yine ülkesine doğrultuyor. Genç Bobby (Jesse Eisenberg), New York’ta yasadışı işler çeviren ağabeyinden uzaklaşmak için Hollywood’da ünlü bir yapımcı olan amcası Phil’in (Steve Carell) yanına taşınıyor. Kısa zamanda onun sağ kolu olmayı başaran Bobby amcasının sekreteri Vonnie’ye (Kristen Stewart) âşık olunca işler karışıyor. Çünkü genç kadın, Veronica (Blake Lively) ile evli olan Phil’in metresidir. Phil, Vonnie’yi elinden kaçırmamak için karısını boşayıp kendisine evlilik teklif etmesiyle Bobby New York’a döner.

Cannes’daki basın konferansında, filmdeki ailenin sürekli didişip kavga eden kendi ailesine benzediğini, annesinin 100, babasının 100 yaşından fazla yaşadığını söyleyen W. Allen, kendini genç hissettiğini ve yatalak kalacağı güne kadar film çevirmeye niyetli olduğunu anlattı.

Filmlerinde caz müziği kullanma ısrarından asla vazgeçmeyen, aynı teknik kadro ile çalışmayı prensip edinen W. Allen’e (üç Oscar ödüllü) görüntü yönetmeni Vittorio Stroraro ve rollerinin hakkını veren bir oyuncu kadrosu destek veriyor.

 

Ağustos'ta öne çıkan filmler

 

KADIN YÖNETMEN ERKEKLERİ ANLATIYOR

Yunan sinemasından gelen, son yılların en ilginç örneklerinden biri olan ‘Şövalye/Chevalier’, Ege Denizinde seyreden lüks bir yatta geçen konusuyla, bir kadın yönetmenin elinden çıkma, sadece erkeklerin dünyasına odaklanan ilginç bir film.

50 yaşındaki senaryo yazarı-yönetmen Athina Rachel Tsangari, Ege’de balık avına çıkan, toplumun değişik kesimlerinden gelen varlıklı altı erkeğin, yolculuklarının sonuna yaklaşmışken yatta yaşanan arıza nedeniyle denizin ortasında kalmaları ile yaşananları anlatıyor.

Sorun çözülene dek gemide ‘Şövalye’ adlı bir oyun oynamaya karar veren erkekler, bu oyunda yaptıkları her şeyi karşılaştıracak ve puanlayacak, sonunda galip gelen, şövalye yüzüğünü takmaya hak kazanacaktır. Zamanı öldürmek için başlattıkları bu oyun giderek hepsini etkisi altına alacak, üst düzey bir rekabet yaşanacaktır. Athina Rachel Tsangari, çarpışan egolar, çok iyi tanıdığımızı sandığımız bir arkadaşın gerçek karakterini keşfetmek, acı gerçeklerle yüzleşmek gibi temaların hakkını veren senaryosunda erkeklerin dünyaları hakkında zeki tespitlerde bulunuyor. Yönetmen tek bir mekânda geçen bir konuyu, hareketli ve yüksek bir tempolu bir mizansenle anlatmadaki becerisiyle de övgüyü hak ediyor.

 

BERNARD HENRİ LEVY’NİN  TİYATRO OYUNUNDAN

Bernard Henri Levy’nin ‘Hotel Europa’ adlı tiyatro oyunundan, Bosnalı Danis Tanovic’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği ‘Saraybosna’da Ölüm/Smrt u Sarajevu’ farklı hayatlar ve bakış açılarının içe içe geçtiği iddialı bir film.

Levy’nin orijinal metnine sadık kalan Tanovic, herkese, her görüşe eşit mesafede durmaya özen gösterirken tarafsızlığını da koruyor. Film bu yıl şubat ayında yapılan Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı Ödülü’nü kazanmıştı. I.Dünya Savaşı’nı başlatarak Avrupa’nın siyasi haritasını tamamen değiştiren Avusturya Veliaht’ı Prens Ferdinand’ın ölümünün 100. yıldönümü yaklaşırken, Saraybosna’daki Hotel Europa, Birleşmiş Milletlerin çok önemli bir toplantısına ev sahipliği yapmaya hazırlanmaktadır.

Film, toplantının önemli konuğu Fransız diplomat Jacques’ın (Jacques Weber) Saraybosna’ya ayak basmasıyla başlar.

Bankalardan artık kredi alamayan, borçlarını ve personel maaşlarını ödeyemeyen otel yönetimi sıkıntı içindedir. İşçilerin haftalardır ertelediği grev çağrısını önlemeye çalışan iş bilir otel müdürü Ömer, annesi otelin çamaşırhanesinde çalışan personel müdiresi, otelin çatı katında canlı yayın yapan bir televizyon ekibi, suikastı gerçekleştiren Gavrilo Princip’in aslında bir halk kahramanı olduğunu savunan ateşli bir militan, yapacağı konuşmaya otel odasında hazırlanan Jacques, filmin renkli kahramanları arasındadır. Danis Tanovic, 2002 yılında En İyi Yabancı Film Oscar Ödülü’nü kazanan ‘Tarafsız Bölge/No Man’s Land’ filmiyle tanınan iddialı bir yönetmen. Bu film kendisine aynı yıl Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü ve En iyi İlk Film Cesar Ödülü’nü kazandırmıştı. Danis Tanovic, ‘Saraybosna’da Ölüm’ filmiyle kazandığı Gümüş Ayı Ödülü’nün aynısını üç yıl önce Berlin’de, ‘Bir Hurdacının Hayatı’ ile almıştı.

Franz Ferdinand’ı öldüren Gavrilo Princip’in bir katil mi yoksa kahraman mı olduğunu tartışan ‘Saraybosna’da Ölüm’ ile Danis Tanovic, ‘sinema tarihe bakıyor’ konseptinin başarılı bir örneğine imzasını atıyor. Sinemanın ölü mevsimi olarak bilinen yaz aylarının en önemli olaylarından biri, Kryzsatof Kieslowski’nin 25 yıllık başyapıtı, ‘Veronique’in İkili Yaşamı/La Double Vie de Véronique’in bizde ilk kez vizyon şansı bulmasıydı. Zamansız ölen, Polonya sinemasının bu en büyük yaratıcısının başyapıtı başka bir yazımızın konusu olacak.