Anlamak başka, anlayış göstermek başka

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
13 Temmuz 2016 Çarşamba

Gazete ya da sosyal medyadaki takipçi okurların talepleri arasında ‘gündelik olaylarla ilgili daha fazla yazın’ isteği çok. Yazmazsam, neden yazmamış olabileceğim hakkındaki açıklamalar başlıyor. Ülkemizde yaşadığımız sosyal durumu, barışsız ortamı ve bir tür savaş ahlâkının egemenliğini ele alırken, kendi uzmanlık alanımın dışına taşmakta tereddüt ediyorum. Uzmanlık deyince çok fazla bir şey akla gelmesin, düşünürken ve yazıp-çizerken yararlanabileceğim bilgiye ve deneyime sahip hissettiğim alanlar belli.

İçinde olduğumuz koşulların anlaşılması ve açıklanmasının psikoloji ve beyin bilimlerini bir yerde ‘aştığı’nı yıllar içinde sıkça söylemiş olduğumu da hatırlatmalıyım. Diğer yandan, kendi alanımdaki bilgilerle açıklanma denemesini hak eden durumlar az da değil. Bunu yapıp toplumsal hayatta rol alan insanları anlamaya, davranışlarına bir anlam yakıştırmaya çalıştığımda ve anlaşılması için bir çerçeve oluşturabildiğimde, bu sefer, yaptığım iş durumu meşrulaştırmak, bir yanlışı kabul edilebilir kılmak olarak görülebilir. Karışık bir durum.

Olan biten hakkında son 7-8 yıl içinde yazmış olduklarımı tarayınca hep aynı şeyleri yazıp söylemiş olduğumu (söylüyorlardı, yok canım diyordum, ama bu sefer kendi gözlerimle) gördüm. Söylediklerim hep aynı diye hayıflanmak yerine ‘olanlar hep aynıysa her seferinde yeni ne söyleyebilirim ki’ diye kendimi savunmaya geçtim!

10 yılın içinden bulup yeniden yazdığım ama yeni bir şey söyleyemediğim eski paragraflar

Anlamaya çalışmak başka anlayış göstermek başka

Toplumumuzda yaşanan şiddet, ayrımcılık, eşitsizlik vb olayları psikolojiden ve beyin bilimlerinden yararlanarak anlamaya ve açıklamaya çalıştığımızda, bunu olaylara anlayış göstermek olarak görenler oluyor. Oysa anlamak ile anlayış göstermek arasında büyük fark var.

Örneğin, güçlünün güçsüze şiddetini mazur göstermeye çalışanların bu davranışını anlamaya çalıştığımızda ikna edici olabilecek birçok açıklama (güçlünün yaşam öyküsündeki şiddetin etkileri, güçsüzün bu durumu ‘seçtiği’ gibi) bulabiliriz. Açıklamayı, davranışı haklı kılan bir mazeretten ziyade, davranışı anlamayı ve değiştirmeyi amaçlayan bir bakış olarak görmeliyiz.

Sebep sonuç ilişkisi kurmak

Her beceriksizliğin bilerek ve planlı yapıldığını sanmak, insanların tek tek yetersizliklerinin birçok trajik olayın kolaylaştırıcısı olabildiğini unutmak yaşananların sorumlularını ararken düşülebilecek bir hata.

Sebep sonuç ilişkisi kurmak, insanların bebeklikten başlayarak dünyanın karmaşıklığını anlayabilmek için geliştirdikleri bir yeti. Örneğin, bir kapının birisi itince kapandığını gören çocuk, rüzgâr estiğinde (ve ortada kimse olmadığında) çarpan kapıyı kimin kapattığını anlamaz, ama kapatan kişiye ilişkin tahminlerde bulunmaya başlar. Tahmin kapasitesi (yaklaşık dört yaşına kadar) daha önce kapıyı kapattığını gördükleriyle sınırlıdır.

Görebildiklerinin ötesindeki sebepleri düşünebilmeye dört yaşını geçtikten sonra başlayan küçük çocuk, tahminlerini çeşitlendirirken hoşuna gitmeyen olayların gerçekleştiricisi rolünü sevmediklerine ya da kıskandıklarına yakıştırmaya başlar. Kırılan vazoyu mutlaka kardeşi kırmıştır; görmese de öyledir. Görmüş gibi hisseder. Hissettiğine de inanır.

Yetişkinlerin de çoğu zaman akılları bir çocuktan çok farklı değildir. Örneğin, terör, Brexit ya da çevre olayları hakkında açıklamalar geliştirirken herkesin inanabileceği sebep-sonuç ilişkileri kurup toplumu buna inandıranlar tartışmayı bitiriyor.

Hiç bir olayın tek bir açıklaması yoktur, ama bizim aklımız da birden fazla sayıda açıklama ile karışır. En ‘akla yakın’ ve ‘mantıklı’ olanı kabul eder. Açıklamalarımızın akla yakın ya da mantıklı olması doğru ya da hakiki olduğu anlamına gelmeyecektir.

Şenliksizlik

İçinde olduğumuz ruh hâlini tek bir kelimeyle tanımlamak herhalde imkânsız. Ancak durumu tanımlayıcı kelimeleri aramanın kendisinin bile bir farkındalık arttırıcı etkisi olacaktır. Bir tanesi şenliksizlik olabilir.

Şenliksizlik, yaşam enerjisinin yokluğunun bir ürünü. Şenliksizlik yastan ya da neşesizlikten ibaret olmayan korku, üzüntü, sıkıntı, gerginlik gibi birçok duygunun bir arada olduğu, ‘yolunu izini kaybetmişlik’ hâli… ‘Bu hengâmeden nasıl çıkılacak?’ sorusuna yanıt veremediğimizde, tekinsiz, belirsiz bir durumda, bir ‘yarın’ımız yokmuş gibi hareket ettiğimizde, korkuya hayatımızı teslim ettiğimizde şenliğe yer kalmıyor.

Korkunun zihnimizi, aklımızı esir almasıyla beraber insan olarak yapabileceklerimiz, yara-tıcılığımız, buluşçuluğumuz, mera-kımız âdeta duruyor. Ortaya çıkartmaktan mutlu olacağımız, üretimini kutlayacağımız fikir, ürün, buluş olmayınca, neyin şenliğini yapacağız?

Toplum olarak yaşadığımız barışsızlığın, bu barışsız hâlin yarattığı korku ikliminin, bu iklimin kasvet ve şenliksizliğinin bedellerinden birisi üreticiliğimizi ve yaratıcılığımızı yitirmek.

Korkudan kurtulmak için her şeye razı hâle gelmek ise ömrümüzü ziyan ettik duygusunu, ‘ziyan’ın hüznünü derinleştirmekte.

Mizah neden önemli?

Mizah ömrümüzün bir bölümünü (yine) ziyan ettirdiğimiz hissinin verdiği hüzünle başa çıkmak için bir neşelenme arayışı. Baskı dönemlerinde toplumdaki kararmanın verdiği kasvetle başa çıkmak için bir çıkış yolu. Ruh halini değişim olasılıklarına karşı açık tutma aracı.

Hayatın acılarıyla başa çıkmak için neşe ve şenlik deyince gülüp oynama ya da çalıp söylemeden ibaret algılanmasın. Örneğin, havaalanı katliamından hemen sonra davullu zurnalı köprü açılışındaki başkasının acısını yok sayan umursamaz ‘eğlenceli neşe’nin bir çıkış yolu gösterdiği yok, tam tersine yok sayıcı ve yok edici bir duygu.

Mizahın (ve mizahla gelen neşe’nin) toplumsal baskılara, hayatımızı giderek işgal eden barışsızlık haline dayanabilmeyi sağlayan, insani reflekslerimizi canlı tutan bir yanı var. İçinde olduğumuz acılı ve acıklı durumdaki gülünçlükleri bulup görüp başkalarına göstererek duruma dayanabiliyoruz.

Mizah beynimizi basit bir hücreler toplamı olmaktan, bizi de akıllı bir makineden ibaret kalmaktan kurtarıyor.