Tiyatro Festivali IV: ‘Ham Havâyi / Her Gün Biraz Daha’

1979 doğumlu genç İranlı kadın şair, sinemacı, oyuncu, tiyatro yazarı ve yönetmeni Mahin Sadri’nin yazdığı, Afsaneh Mahian’ın yönettiği, Setareh Eskandari, Elham Korda, ve Baran Kosari’nin oynadığı, 2015’in Ocak ayında Tahran Tiyatro Festivali’ Fajr’da ‘En İyi Özgün Metin’ ve ‘En İyi Kadın Oyuncu’, aynı yıl İran Tiyatro Eleştirmenliği Birliği’nin ‘En İyi Oyun’ ve ‘En İyi Yönetmen’ ödüllerini alan ‘Her Gün Biraz Daha’, Paris’te kapalı gişe oynadıktan sonra 20.istanbul Tiyatro Festivali kapsamında UNİQ Hall’de seyirci karşısına çıktı.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
1 Haziran 2016 Çarşamba

Mahin Sadri’nin, devrimden iki yıl sonrasından 2013 sonlarına kadar 30 yıl boyunca üç İranlı kadının gerçekten yaşadıklarından esinlenerek yazdığı Her Gün Biraz Daha’, belgesel tiyatro ile kurmaca ve imgeselin başarıyla harmanlandığı şiirsel bir metin.

Oyun karanlıkta ceviz kırılmasını çağrıştıran ses efektleriyle başlar. Sahne aydınlanınca seyirci, gerçekten de yerlere saçılmış ceviz kabuklarını fark eder. Bu kırık kabuklar, birazdan acılı öykülerini dinleyeceğimiz üç kadının, onları yok kabul eden toplum tarafından ezilmelerinin, kırılmalarının, parçalanmalarının simgesidir sanki.

Yan yana üç mutfaktan oluşan yalın sahnede siyahlar giymiş üç İranlı kadın, Farsçanın kendine has müziğiyle, neredeyse koreografik bir ritüel hâline getirdikleri gündelik işlerini yaparken, izleyicilerle tutkularını, acılarını, hayalleri ve mücadeleleriyle yaşamlarını ve ıstırap dolu kaderlerini paylaşmaktadırlar.

Pilot kocasını 1980’lerin başındaki İran-Irak savaşında kaybetmiş olan Mahnâz, devlet, savaş kahramanı şehidin tazminatını babasına ödediği için, kayınpederinin kendisine verdiği az bir para ile oğullarını yetiştirmeye ve yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır.

Shahlâ, çocuk yaştayken âşık olduğu tanınmış futbolcu Kâzım evli olduğu için, adamın “değersiz” metresi olmayı kabullenmiş, hâmile kaldığında çocuğunu aldırmış, Kâzım’ın karısı, büyük olasılıkla kocası tarafından öldürüldüğünde, sevgilisinin yalvarması ve baskısıyla cinayeti üstlenmiştir. İdam cezasıyla karşı karşıya ama 8 yıl süren davanın sonunda gerçek katil hâlâ belli değil.

Leyla, geleneksel ve dindar ailesinin baskısına karşı özgürleşme savaşını önce üniversiteye giderek vermiş, ardından ailesini terk edip, 30’lu yaşlarında dağcılığı keşfederek kendisini özgürleştirmiştir. Oyun Farsça ‘Ham Havâyi’ de tıpkı bu kadınların değişen koşullara karşı ayakta kalabilmek için gösterdikleri uyum ve uyumsuzluk gibi dağcılığa, insan bedeninin atmosferdeki değişikliklere kendini adapte etmesine referans veriyor.

Bu vesileyle oyundaki Leyla karakterinin, İran’ın bütün zirvelerine ve dünyanın en yüksek dağlarının bazılarına tırmanmış İranlı ünlü dağcı ve mağara bilimci Leyla Esfandyari’den esinlendiğini, bir yüksek dağ tırmanışı esnasında ölen Esfandyari’nin cesedinin, vasiyeti doğrultusunda sonsuza kadar barış içinde yatmak üzere dünyanın tepesinde bırakıldığını da söyleyelim.

Mahin Sadri’nin başarısı, kendilerine biçilmiş olan ikincil role razı olmayan bu üç kadının, toplumun önlerine çıkardığı engelleri aşma mücadelesini, onların mahrem ve şiirsel öyküleri üzerinden irdeleyebilmiş olmasında.

Oyunun, devrimden sonraki İran toplumunun başta kadın-erkek ilişkilerinde olmak üzere tüm çelişkilerini sergileyen, son derece çarpıcı bir eleştirisi var. Bu eleştiriyi ödüllendiren İran seyircisini, İran basınını, Tahran Tiyatro Festivalini ve Eleştirmenler Birliğini tebrik etmek gerek. 

Sahne, Işık ve Kostüm Tasarımını üstlenen Manouchehr Shoja’nın üçlü mutfağı ve mutfak önlerindeki siyah dikdörtgenler, kadının İran’da mahkûm edildiği ev ortamının, kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın hiçbir zaman kaçamayacağı hapishanenin simgesidir. Mutfak aynı zamanda, kadının sırlarını, mahremiyetini paylaşabileceği, kendisi olmaya cesaret edebileceği tek ortamdır. Üç kadının, öyküleri bazen birbirine karışıp, bazen birbirini tamamlarken, birbirlerine dokunmadan,  birbirleriyle konuşmadan iç içe gezindikleri, acılarının, hayal kırıklıklarının, umutlarının, umutsuzluklarının yansıdığı, yankılandığı mutfak, sanki oyunun dördüncü karakteridir.

Şu veya bu şekilde kadınlara ihanet etmiş olan erkeklere gelince, sahnede hiç görünmüyorlar ama oyun boyunca bir an bile susmayan, savaş ya da dinle ilgili bağırıp çağırmalardan oluşan ses bandı, onların her an var olan baskıcı egemenliğini bir an bile unutturmuyor. O kadar ki, arkadaşı Nasır’ın biraz da aşağılayıcı gaza getirmesiyle tek başına, sadece kendisi için K2’nin zirvesine ulaşan Leylâ’nın tepede bulduğu sessizlik seyirciye bile huzur veriyor.

Afsaneh Mahian, öykü anlatıcılığına dayalı 100 dakikalık oyunun iç karartıcı öykülerini, ışık saçan üç müthiş kadınla, birbirini tamamlayan üç kusursuz müzik âletinin çaldığı koreografik bir oda müziği gibi yönetiyor.

Konuşmaya bu kadar çok dayanan, üstelik de hem çok hızlı hem çok fazla konuşulan bir oyunu üst yazılı olarak izlemek kolay değil. UNİQ Hall’deki ilk gece, seyircilerin aralarında benim de bulunduğum çok büyük bir bölümü, oyunu son derece soluk yazıları oku(ya)madan izlemek zorunda kaldı. Çok sayıda şikâyetin ardından oyunun ikinci gecesi bu aksaklığın düzeltildiğini öğrenip ikinci gece izleyenler için mutlu olduk. Bize gelince, sağ olsun, üst yazıları çözebilen az sayıda seyirciden biri, gerçek bir tiyatro tutkunu olan sevgili dostumuz Ali Doğançay oyun sonrası hem bize öyküleri detaylı olarak anlattı, hem de bazıları bu yazıda yer alan etkileyici yorumlar yaptı. Bir koca teşekkür de ona.

 Onderhetvel, T,Arsenaal Mechelen &Platform 0090

 


'GİZLİ YÜZ'

“Saatler hakkında konuşmak istiyorum insanlarla
 

Mekanizmaların kırılganlığı
 

Yayların darlığı 

Çarkların karanlık yüzü hakkında

Bugünlerde kimse saatleri umursamıyor

O yüzden üzgündür herkes belki de

Küçük ve büyük ellerin ardındaki dünyayı anlamıyorlar!

Saatlerin sırrını paylaşmak istiyorum insanlarla.

O zaman açılır gözleri belki.

Ve kendi öykülerini yaratıp anlatmaya başlayabilirler.”

‘Gizli Yüz’ün hem edebiyatımızın hem de sinemamızın tarihinde özel bir yeri vardır. Nobel Ödüllü sıra dışı yazar Orhan Pamuk ile ne yazık ki çok verimli bir döneminde aramızdan ayrılan kuşağının en önemli auteur’lerinden Ömer Kavur’un 1991 tarihinde gerçekleşen buluşması Türk Sinemasında hâlâ benzeri yapılamamış özgün bir filmle sonuçlanmıştı.

Orhan Pamuk günümüzde geçen, kimlik üzerine kurulmuş masalsı senaryosunu,  Kara Kitap’taki ‘Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri’ adlı bölümde bahsi geçen bir hikâyeden yola çıkarak yazmış,1992 senesinde de kitap haline getirmişti.

Okumak için İstanbul’a gelen, harçlığını temin etmek için bir pavyonda fotoğrafçılık yapmak zorunda kalan bir genç, iki yıl boyunca, pavyonda çektiği fotoğrafları götürdüğü kadına âşık olmuştur. Getirdiği fotoğraflarda gördüğü yüzler hakkında sorular soran bu kadın ansızın ortadan kaybolunca, genç adam için amansız bir arayış başlar. Genç fotoğrafçıyla esrarengiz kadın farklı şehirlerde, saat kuleleri ve kamera görüntüleri arasında, bu gizemli ve gerçeküstü yolculuğa eşlik eden saatlerle düş ve gerçeğin tam sınırında birbirlerini ararlar…

‘Gizli Yüz’, basit bir arayışı anlatır. Parçalanmış metin ve görsel dramaturjisi, dört artı bir aktörlük sahne performansıyla tiyatro sahnesine uyarlanan senaryo; antik Fars miti Simurg’dan esinlenen çok katmanlı bir hikâyeye sahip olup, sufiliğe, spiritüel yolculuklara ve kendini bilme mücadelesine açık göndermeler içerir. Dikkatle izlenmesi gereken birer ipucuna dönüşen oyundaki her bir karakter, tek bir arayışı ve özgün yolculukları temsil eder. Birbirlerine teğet geçen ve tetikleyen bu kişisel yolculukların izleri, sadece doğrusal değil, döngüsel zamanda da kendini gösterir, çünkü gizli yüz kendini sadece kronoloji dışında, döngüsel ve ilahi zamanda gösterir. Eser sadece karakter ilişkilerinin değil, bu ilişkilerin içine işlenmiş kavramsal katmanların sahneye taşınmasının da performansıdır. Oyun, görünür olanla olmayanın geçiş alanında yer alır, senaryodaki sembolizmi dönüştürerek, anlaşılır ve anlaşılmaz olanı belirlemeyi dener. ‘Gizli Yüz’, aşk arayışının, kendine ve ötesine yolculuğunun mütevazı bir methiyesidir. (Ata Ünal - Dramaturg)

Europalia, wpZimmer, İstanbul Theatre Festival ortak yapımı ‘Gizli Yüz’de  konsepti üstlenen ve oyunu yöneten yapımcı ve tiyatrocu Mesut Arslan, Kavur’un sinemasal görselliğinden olabildiğince uzak kalarak, Ata Ünal’ın dramaturjisinin çizdiği yolda, Pamuk’un öyküsünü farklı bir uzamda anlatıyor. Arslan’ın  gerçeküstücü film senaryosundan yaptığı bu yalın ve sade uyarlama, Pamuk’un nefis metnine ve sahnedeki performansa odaklanıldığında yazarının duyarlılığına rahatlıkla oturuyor. 

Öykü, sahne tasarımcısı Erki De Vries’nin yaratıcı ışık koreografisinin yardımıyla, insanın tam da uykuya dalmak üzere olduğu, düş ile gerçeğin, uyku ile uyanıklığın birbirinden ayırt edilemediği zaman ve mekânda anlatıyor. Dekor,  kendi ekseni etrafında dönebilen, sahnenin her tarafına kayabilen iki çerçeve; ışık bu çerçevelerin düşey kenarlarındaki ikişer led şerit. Türkiye ve Hollanda’dan bir grup oyuncunun, Yves De Pauw, Ina Geerts, Deniz Polatoğlu Colen, ve Tom Van Landuyt’ın bazen alaca, bazen de çok daha koyu bir karanlıktaki koreografik devinimleri, etkileyici ve düşsel bir dünyayı var ediyor. Bu düşsel dünyayı yaratan, Bas Banen, Dieter Lambrechts, Turan Tayar, Culture Crew’den oluşan teknik ekip özel bir tebrik hak ediyor.

Bu ilginç prodüksiyonun tek kusuru, Felemenkçe olduğu için Türkçe ve İngilizce üst yazıların iyice loş mekânda biraz fazla parlamaları. Şansımıza salonun ortalarında oturduğumuz Moda Sahnesi’nde bizim pek şikâyetimiz olmadı ama hem önümüzde hem arkamızda oturanlar sorun yaşadıklarını ifade ettiler. Tabiî ki, üst yazıların biraz göz alması, ‘Her Gün Biraz Daha’gibi müthiş etkileyici bir oyunu doğru dürüst anlamadan izlemek kadar vahim değil.

Hepinize iyi seyirler dilerim.