Bir şenlik geride kaldı

Rahmetli Onat Kutlar “Sinema bir şenliktir” demişti. 35. İstanbul Film Festivali, bir şenlik havasında, İstanbullu sinemaseverlere kaliteli bir seçki sundu. Bunlardan, Atom Egoyan’ın ‘Hatırla’sı demans hastası bir Holokost kurtulanının öyküsünü anlatıyor. İsrail sinemasından gelen üçüncü filmi ‘Tikkun’ kamerasını Kudüs’ün radikal dindarlarına doğrultuyor. Yarım asırdır aynı konuya sadık kalarak kadın-erkek ilişkilerini anlatan Claude Lelouch, sadık bestecisi Francis Lai’nin desteği ile, ‘Bir Kadın Bir Erkek’te eğlendirmeyi sürdürüyor. Ölümsüz ‘Damdaki Kemancı’ ile tanıdığımız Sholem Aleichem’den alınan ‘Ezgilerin Ezgisi’, Ukrayna taşrasının Yahudilerini anlatıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
27 Nisan 2016 Çarşamba

87’LİK BİR NAZİ AVCISI

Kaçak Nazi suçluların peşine düşen savaş mağdurlarının hikâyesini anlatan filmler zincirinin son halkası, Atom Egoyan’ın ‘Hatırla/Remember’ı. Filmi benzerlerinden ayıran, kahramanının demans hastası çok yaşlı birinin olması.

Bir ihtiyarlar yurdunda yaşayan Zev (Christopher Plummer), ağır hasta bir arkadaşının (Martin Landau) teşviki ve yönlendirmesi ile yaklaşık 70 yıl evvel ailesini toplama kampında katleden bir Nazi gardiyanın izini bulur. Katil ABD’de kendisine tahsis edilen yeni bir kimlik altında, Rudy Kurlander (Bruno Ganz) adıyla yaşamaktadır. Zev, ilerleyen yaşına ve zayıflayan zihnine rağmen geç kalmış adaleti kendi eliyle sağlamak için bir plan yapar.

Çıkmak üzere olduğu uzun yolculuk, birçok kişinin hayatını derinden sarsacak sayısız sonuçlara gebedir. Filmin sürpriz finali izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Benjamin August’un zekice yazılmış özgün senaryosunu, iyi bir öykü anlatıcısı olarak bilinen Atom Egoyan, mükemmel bir mizansen eşliğinde perdeye aktarıyor.

Filmin görkemli oyuncu kadrosunda, filmin bütün sekanslarında yer alan 87 yaşındaki Kanadalı aktör Christopher Plummer harikalar yaratıyor. Beyaz sakalı ve burnundaki tüpler ile izleyicinin tanımakta zorlanacağı Martin Landau (o da 87’sinde) ve İsviçreli karakter aktörü Bruno Ganz (76), oyuncu kadrosunun başarısını tamamlıyorlar.

86 yaşındaki Fransız aktör Jean Rochefort, yine bir demans hastasını canlandırdığı ‘Florida’da, kendisine bebek gibi bakan fedakâr kızının (Sandrine Kiberlain) hayatını zindan ediyor. Kendisini bir düşkünler yurduna terk etmemek için direnen kızının bütün iyi niyetli çabalarını boşa çıkaran bunak ihtiyar rolünde Rochefort muazzam bir performansa imza atıyor. Dramla komedi arasında hassas bir denge tutturan ‘Florida’ unutmaktan ziyade ‘hatırlamak’ üzerine bir film.

GENÇ RADİKAL BİR DİNDARIN DRAMI

Genç senaryo yazarı-yönetmen Avishai Sivan’ın ikinci uzun metrajlı filmi ‘Tikkun’ 35. festival programında yer alan üç İsrail filminin en sönük, en parıltısız olanıydı.

Kudüs’ün radikal dindarlarının yaşadığı Mea Şearim’de geçen konusu ile film, genç radikal bir dindarın çaresizliği üzerine, çıkışsızlık temalı bir film. Haim-Aaron dört elle sarıldığı kurallar kitabına aykırı ne yapmıştı ki ölüm onunla hiç hesapta olmayan bir oyun oynamıştı?

Bu sorunun cevabı filmin başlığında gizli. İbranice bilen arkadaşlarımdan öğrendiğime göre ‘Tikkun’, tamir etmek, onarmak, telafi etmek anlamına geliyor. Filmin giriş bölümünde, başından bir kaza geçiren Haim-Aaron’a doktorların 45 dakikalık kalp masajı netice vermemiş, öldü gözü ile bakılan genci babasının yaptığı müdahale hayata döndürmüştü. Bir celep olan baba, bu müdahaleyi Tanrı’ya karşı gelme olarak algılıyor ve filmin finalinde yaralı oğluna yardım çağırılmasını engelleyerek, bir yerde hatasını telafi ediyordu.

Bütün vaktini yeşivada dua etmekle geçiren Haim-Aaron’un hayatında kendisine yaşama sevinci katacak hiçbir güzellik yok. Cinselliği merak etmesine rağmen, yolda karşı cinsten biriyle karşılaştığında, kafasını başka yöne çeviriyor. Film, Mea Şearim sakinlerinin yaşadığı sıkıcı, renksiz hayatı hissettirebilmek amacıyla siyah-beyaz çekilmiş. Müzik de kullanılmamış. Sinir bozucu bir şekilde, yere çakılı gibi duran sabit kamera, oyuncuları inatla takip etmiyor. Avishai Sivan’ın muazzam bir tekinsizlik duygusuyla donattığı filmi, güvenli sandığı dünyası yerle yeksan olan radikal bir dindarın çaresizliğini yansıtıyor.

Ancak henüz ikinci filmini yapan bir yönetmenin bütün beceriksizliklerine rastlamak mümkün. Sinematografik açıdan zaafları olan bir film.

LELOUCH HEP AYNI FİLMİ YAPIYOR

Bazı yönetmenlerin kariyerleri boyunca hep aynı filmi yaptıkları söylenir. Claude Lelouch bunun canlı örneğidir. Filmlerinin ve yazdığı senaryoların tümünün çatısı, karşı cinsten iki kişinin tesadüfen ‘karşılaşmaları’ üzerine kuruludur.

1966’da Cannes’da Altın Palmiye kazanan ‘Bir Kadınla Bir Erkek’ten 50 yıl sonra, Lelouch son filmi ‘Bir Kadın Bir Erkek/Un+Une’de, konusunu Hindistan’a taşıyıp, sadık bestecisi Francis Lai’nin desteği ile keyifli bir aşk filmi yapmış.

68 filmde rol almış, 73 yaşındaki Amerikalı aktris Valerié Perrin’in senaryo yazılımında Lelouch’a eşlik ettiği film, kadın-erkek ilişkileri üzerine bir hikâye anlatıyor. Oscar ödüllü ünlü film müziği bestecisi Antoine (Jean Dujardin), Hindistan’da çekilecek bir ‘Romeo Jüliet’ uyarlamasının müziklerini yapması için davet alır.

Her şeyi hafife alan bu adam, Fransız büyükelçisinin (Christophe Lambert) karısı Anna (Elza Zylberstein) ile tanışınca değişmeye başlar. İzleyicisini Hindistan’ın turistik yörelerine bir geziye götüren bu egzotik aşk filmi, Lelouch’un ustalığını kanıtladığı bu türde, romantizmden hoşlananlara hoşça vakit geçirtiyor.

Karşı cinsten iki kişinin tesadüfen karşılaşmaları üzerine kurulu senaryoları ile Lelouch, değişik ortamlardan, farklı sınıflardan, öncesinde birbirlerini hiç görmemiş bir kadınla bir erkeğin karşılaşmaları ile yazgılarının değişmesini anlatma alışkanlığını bu filmde de sürdürüyor. Çocuklar her filmine damgasını vurduğu gibi bu filmde de (finalde) belirleyici oluyor.

Karizmatik üç oyuncusu kendisine destek verirken, özlediğimiz Francis Lai, nefis besteleriyle ‘Bir Kadınla Bir Erkek’in başarısında öne çıkan sanatçı oluyor.

SHOLEM ALEİCHEM’DEN UKRAYNA YAHUDİLERİ

Ölümsüz ‘Damdaki Kemancı’ ile uluslararası ün yapan Sholem Aleichem’in bir öyküsünden alınan ‘Ezgilerin Ezgisi/Pesn Pesney’ bizleri 20. yüzyılın başlarında Ukrayna’da bir Yahudi köyüne götürüyor.

Ukraynalı hukukçu-senaryo yazarı- yönetmen Eva Neymann (41), iki yıl önce Altın Lale için yarışan ‘Kuleli Ev’den sonra çektiği bu yeni filmi, Yahudi müzisyenlerin besteleriyle ruhani tarafını derinleştiren, özlem dolu bir şiir gibi.

1905’te Ukrayna’nın fakir bir köyünde büyüyen iki üvey kardeş, 10 yaşındaki Shrimek ve Buzya’nın başlarına gelen en güzel şey ‘büyümek’. Ancak etraflarını saran dünya ve rehberlik ederek onları şekillendiren gelenek, özlerine ulaşmaları önündeki en büyük engel.

Gerçek adı Scholom Robinowitz, takma adı İbranicede ‘Tanrı’nın selamı üzerinde olsun’ anlamına gelen Aleichem İbranice yazmaya başlamış, sonraları halkın kullandığı Yidiş dilinde karar kılmıştı. 40’a yakın öykü ve tiyatro oyununda sadık kaldığı tema hep ‘gelenek’ idi. ‘Ezgilerin Ezgisi’ aynı zamanda hem büyülü, hem de zorluklarla dolu, modern dünya ve gelenekler arasında filizlenen ve uzun yıllara yayılan bir aşk hikâyesini anlatıyor.

Bir yerde imkânsız bir aşk öyküsü. Çünkü şansını büyük şehirde aramaya giden Shimek köye dönüşünde, ömür boyu sevdiği Buzya’nın evlenmek üzere olduğunu görüyor. Film son yarım saatiyle Alechem’in duygusallığını yansıtmada çok başarılı.