Festivalin ilk filmleri

187 filmlik zengin programıyla, 35. yaşını kutlayan İstanbul Film Festivali, ilk filmleriyle umut vaat ediyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
13 Nisan 2016 Çarşamba

İstanbul Film Festivali’nin çiçeği burnunda direktörü Kerem Ayan, bu yıl basına büyük bir kıyak yaparak, festival arifesinde, 3 günde 10 filmlik bir ön gösterim yaptırdı. Programdaki ağır toplardan oluşan bu filmleri sinema eleştirmenleri festival başlamadan görmüş oldular.

‘YAKLAŞAN ÖLÜM’ ÜZERİNE BİR BAŞYAPIT

Yılın en dokunaklı filmlerinden biri olan, İspanyol-Arjantin ortak yapımı ‘Truman’ izleyicinin duygularını can evinden vuran bir potansiyel taşıyor. 

Barcelona doğumlu 49 yaşındaki Cesc Gay’ın senaryosunu yazıp yönettiği bu 7. uzun metrajlı filmi, Michael Haneke’nin Altın Palmiye Ödüllü ‘Aşk/Amour’undan beri ‘yaklaşan ölüm’ temalı filmlerin en iyisi. İkisi de ülkelerinden uzak yaşayan iki dostun ansızın bir araya gelmelerini anlatan film, tiyatro aktörü Julian’ın (Ricardo Darin) yaşadığı Madrid’de geçiyor.

Kanada’da öğretmenlik yapan, evli, iki çocuklu Tomas (Javier Camara) kansere yakalandığını öğrendiği çocukluk arkadaşına, destek vermek amacıyla, dört günlüğüne yanına gider. Kemoterapiden fayda görmeyen Julian, tedavisine son vermek ve sadık köpeği Truman’ı bırakabileceği bir hayvan sever arama kararını almıştır.

İki eski dost birbirlerine zıt birçok duyguyu bir arada yaşayacakları bu kısa zaman diliminde, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini anlarlar. Julian’ın oğlunun üniversite öğrenimini yaptığı Amsterdam’a yaptıkları sürpriz ziyaret sekansında, filmin duygusallık dozu tavan yapar. Film finalinde, ölümü cesaretle karşılamada gerçekçi bir tavır takınan Julian’ın bulduğu sürpriz bir formül ile noktalanır.

İlk yarım saatinde, izleyicisini “sürpriz beklemeyin Julian ölecek” diye uyaran film, tükenmekte olan bir adamın ölümle yüzleşmesine, melodramın tuzaklarına düşmeden, duygu sömürüsüne kaçmadan anlatıyor.

Michael Haneke ‘Aşk’ta, 80’li yaşlarını sürdüren emekli müzik öğretmeni bir çiftin ölüm karşısındaki tutumlarını mercek altına alırken, kansere yenik düşen kadın kahramanın son günlerini anlatıyordu. Haneke, karısının yaklaşan ölüm sürecini an be an yaşayan kocasının, hayatının en zor anları olan yaşamın bitişini izlerken çaresizliğini, yürekleri parçalayan bir tonla işliyordu.

Ölümüne sevgi temasını işleyen, yalın, sarsıcı ve insancıl bir dram olan ‘Truman’, merhametli olduğu kadar acımasız ve gerçekçi bir film.

İKİ ÖDÜLLÜ FİLM

Festivalin Uluslararası Yarışma bölümünün bu yılki jüri başkanı Pablo Trapero’nun son filmi ‘Çete/El Clan’ kendisine Venedik Film Festival’inde En İyi Yönetmen Ödülü kazandırdı. Ülkesi Arjantin’in askeri darbeli, diktatörlü, faşist yönetimli yakın tarihinden aldığı ilham ile Trapero senaryosunda yaşanmış bir hayat öyküsünü anlatıyor.

‘Çete’ Puccio ailesinin kanla lekeli gerçek öyküsünü konu alıyor. Arjantin istihbarat servisinde çalışan Arquimedes 1983’de cunta hükümeti dağılınca işsiz kalır; fakat hiçbir şey değişmemiş gibi hayatına devam eder. Kendi kafasına göre bir takım zengin insanları kaçırıp evinin bodrumunda saklar, işkenceye maruz bırakır ve ailelerinden fidye ister.

Bu planlara çocuklarını ve tüm ailesini ortak etmekten de kaçınmaz. Askeri cunta döneminde işbirliği ettiği üst düzey komutanlarına dağıttığı rüşvetlerle adeta dokunulmazlık kazanır. Fidyeleri ödendiği halde kurbanlarını pervasızca öldürür. Şampiyon bir rugby oyuncusu olan oğlu, payına düşen parayla lüks bir mağaza açar.

Faşist bir düşünce yapısının ne denli cüretli ve acımasız olabileceğini gözümüze seren Trapero, kaba kuvvetin egemen olduğu, suçluların korunduğu toplumların dramını, etkileyici bir sinema diliyle işliyor.

Dinamik bir kurgu ve dönemin rock şarkılarıyla bezeli müzikleri sayesinde nefes nefese izlenen ‘Çete’ ülkesi Arjantin’de hasılat rekorları kırdı. 2016 Berlin Film Festivalinde Altın Ayı Ödülü kazanan ‘Deniz’deki Ateş / Fuocoammare’nin yönetmeni Gianfranco Rosi, üç yıl önce Venedik’te ‘Çevreyolu’ filmi ile Altın Aslan kazanmıştı.

Rosi bu yeni belgeselinde günümüzün en acil ve en önemli toplumsal sorunu olan göçmen sorununa değiniyor. Film, özellikle Kuzey Afrikalı mültecilerin Avrupa’ya giriş noktası olan, İtalyan adası Lampedusa’da geçiyor.

Rosi adamın çeşitli sakinlerinin hayatını takip ediyor. Bir balıkçı ailesi, bir radyo DJ’i, adada göçmenlerle ilgilenen tek doktor ve cin gibi, sevimli bir çocuk olan 12 yaşındaki Samuele. Bir anlamda film yıldızı olan Samuele’nin göz hastalığı, sapanla oynadığı oyunlar, yaşadığı pastoral hayat, hatta onunla ilgili hemen her şey, Avrupa’nın göçmen sorununa yaklaşımıyla ilgili bir metafora dönüşüyor. Bu filmi yapmak için Lampedusa’da uzun müddet yaşayan Rosi, göçmenlerin insanın içini acıtan etkileyici görüntülerini, adadaki sakin hayatı mükemmel bir kurgu ile harmanlarken, 12 yaşındaki amatör bir köylü çocuktan aktör olarak verim almaktaki hüneriyle takdir topluyor.

BERLİN’DE ÖNE ÇIKAN İKİ FİLM

2016 Berlin Film Festivalinde (ikincilik ödülü sayılan) Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi ‘Saraybosna’da Ölüm’ ile yine aynı festivalde kendinden çok söz ettiren, özgün bilimkurgu filmi ‘Midnight Special’ festivalin ilk günlerinde gösterildi.

Bernard – Henry Lévy’nin ‘Hotel Europe’ adlı oyunundan uyarlanan ‘Saraybosna’da Ölüm,’ Saraybosnalı yönetmen Danis Tanovic’e üç yıl önce Berlin’de ‘Bir Hurdacının Hayatı’ ile getirdiği Jüri Büyük Ödülü’nü ikinci kez kazandırdı.

Birinci Dünya Savaşına yol açan suikast olayının bu coğrafyada gerçekleştiğini hatırlatan film, bu suikastın 100. yıldönümünde ünlü Hotel Europe’ta gelişen bir dizi olayı anlatıyor. Franz Ferdinand’ı öldüren Gavrilo Princip’in bir katil mi yoksa bir kahraman mı olduğunun tartışıldığı bir televizyon programı, buraya bir konuşma yapmak üzere gelen bir Fransız diplomat ve otel çalışanlarının grev girişimi, dinamik bir kurgu ile filmde iç içe anlatılıyor.

Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra yaşanan iç savaşı otopsi masasına yatıran, tarafların tümüne söz hakkı vererek, herkese eşit mesafede duran (yine Tanovic’in elinden çıkma) bir senaryo, başta Jacques Weber olmak üzere, mükemmel bir oyuncu kadrosu, ilgiyi baştan sona ayakta tutan ustalıklı bir mizansen, filmi birinci sınıf bir seyirlik yapıyor. Tanovic 2001 Cannes Film Festivalinde ‘No Man’s Land’ ile En İyi Senaryo Ödülü’nün sahibi olmuştu.

‘Sığınak’ ile hayranlığımızı kazanan, Arkansas doğumlu genç Amerikalı yönetmen Jeff Nichols’un (37) özgün senaryosunu da kendisinin yazdığı ‘Midnight Special’ 35. İstanbul Film Festivalinin Açılış Gala’sında gösterilen film oldu.

Nichols, 80’li yılların fantastik filmlerine saygı duruşunda bulunurken, bizlere (herkesin peşinde olduğu) özel güçlere sahip Alton adlı bir çocuğun öyküsünü anlatıyor.  Roy (Michael Shannon), oğlu Alton’u bir zamanlar üyesi olduğu bir dini tarikata kaptırmıştır. Alton‘un sadece bu tarikat değil, devlet de peşindedir. Bunun üzerine Roy, arkadaşı Lucas’ın (Joel Edgerton) yardımıyla oğlunu kaçırır. Bir süre sonra onlara eşi Sarah (Kirsten Dunst) de katılır.

Böylece devlet ajanlarından kaçarken, Alton’ın güçlerinin de keşfedileceği bir yolculuk başlar. Fantastik konularda, Spielberg, Carpenter ve Shyamalan gibi türün ustaları arasına girmeyi hak eden Nichols, baştan sona nefes nefese izlenen, gerilim tansiyonu hiç düşmeyen filmde kendi tarzını korumayı da başarıyor.

Yitzhak Rabin

A.GİTAİ’DAN YAKIN TARİHE BAKAN DOKÜDRAMA

Arşiv görüntüleriyle kurmaca filmi mükemmel bir ahenk ile harmanlayan “Rabin’in Son Günü” Amos Gitai’ın İsrail’in gelmiş geçmiş en saygıdeğer yönetmeni olduğunu doğruluyor. Ortadoğu’da barışa en çok yaklaşıldığı Oslo Mutabakatının mimarı olan Yitzhak Rabin 4 Kasım 1995’te öldürüldüğünde, topraklarındaki barış arayışı ve İsrail siyasetinin sol kanadı da onunla beraber ölmüştü. Başbakan Rabin kabinesindeki bakanlardan Şimon Peres ile yapılan bir söyleşi ile başlayan film Rabin’in son gününde yaşananlara odaklanıyor. Yürütülen soruşturmada polisin ağır ihmalini soruşturan heyet, görgü tanıklarının da bilgisini alıyor. Radikal dinci, yeşiva öğrencisi 25 yaşındaki katil Yigal Amir’in beynini yıkayan kesime kamerasını çeviren Gitai, Netahyahu yönetimindeki kışkırtıcı muhalefetin sözcülerine de mikrofonu uzatıyor.

Zorluklarla inşa edilen umudun yıkılma sürecini işlerken, Gitai’nin bu stilize doküdraması, Nobel Barış Ödülü sahibi Rabin’e yakılan bir ağıt niteliğinde. Yakın tarihimize ışık tutan bu film, politik sinemanın son yıllarındaki en başarılı örneklerinden biri.  Fransız sinemasının eski tüfek yönetmenlerinden Andre Téchiné (73), filmografisindeki 20’yi aşkın uzun metrajlı filmiyle, türler arasında dolaşmaktan hoşlanan, kendini sürekli yenileyen bir sinema adamıdır.

Festivalde büyük beğeni kazanan son filmi ‘Yaş 17 / Quand on a 17 Ans’, taşradaki bir lisede yolları kesişen iki gencin üzerinden, cinsel kimliğe ve büyüme sancılarına zarafetle bakıyor.  Babası cephede savaşan bir asker olduğu için, doktor annesi Marianne ile yaşayan Damien ve evlat edildiği bir çiftlikte hasta annesiyle yaşayan Thomas. Farklı sosyal sınıflardan olan bu iki gencin kavgalı, gürültülü ilişkisi Marianne’ın Thomas’ı ders çalışabilmesi için evlerine konuk etmesiyle değişmeye başlar.

Sonsuz bir nefret ile başlayan bu ilişki, asker babanın ölümü ve eşcinselliğin araya girmesiyle, bambaşka bir kulvara taşınır. İki genç aktörün ve anne rolündeki Sandrine Kiberlain’in olağanüstü performansları, Téchiné’nin bu büyüme hikâyesine hâkimiyeti ve getirdiği taze ve umut dolu bakışlar, ‘Yaş 17’yi izlenmeyi hak eden bir film yapıyor. Kariyerinin en parlak filmi ‘Randevu’ ile Techine 1985’te Cannes’da En İyi Yönetmen seçilmişti. Cesar’larda En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo Ödüllerinin de sahibi.

Fransa’nın suya sabuna karışmayan, renksiz komşusu İsviçre’den festivale gelen ‘Harikalar Diyarı’ adlı filmi, distopik konusuyla İsviçre’yi uçurumun kenarında bir ülke olarak gösteriyor: Büyük tufanı çağrıştıran devasa bir bulut kümesi, yağma edilen dükkânlar, yabancı avına girişen faşistler, panik durumundaki sigorta şirketleri, kaosa yenik düşen polis ekipleri, Almanya hududuna yığılan halk.  İsviçreli 10 genç yönetmenin senaryosunu beraber yazıp yönettikleri film, huzur – sükûnet – refah ülkesi İsviçre’nin bambaşka bir portresini çıkarıyor. Kirli paranın depolandığı bu ülke halkı günah çıkarırken film bu ülkenin ve Avrupa’nın bugünkü haline ışık tutuyor.