Alışmayacağız!

1970’lerin ikinci yarısı… Gece 20.00’ den sonra sokaklarda in cin top oynuyor… Tek tük dolananlar arasında çarpışanlar, birbirini vuranlar var… Gece ya da gündüz, orada burada yangınlar, patlama sesleri… İnsanlar bıkkın, umutsuz, sindirilmiş ve de kanıksamış.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
23 Mart 2016 Çarşamba

Bugün hâlâ posasından kurtulamadığımız 1980 darbesini işte bu kanıksama, bu kabullenme getirdi. İşte bu yüzden bir kez daha alışmayacağız! Terörün gözümüzü korkutmasına, bizi sindirmesine izin vermeyeceğiz! Teröre boyun eğmek, terörü kabullenmek demek!  Sorumlular ve yetkililer gerekli tedbirleri alırken biz sade vatandaşlara normal yaşantımızı devam ettirmek gibi önemli bir görev düşüyor. 

Ölenlerin, yaralananların, yakınlarını yitirenlerin acısı içimizi parçalasa da, bu acı bizi daha yakınımızda yakalasa da, keyif ve eğlence için değil, insanlık onurumuza, yaşam hakkımıza tecavüz edildiği için direneceğiz.

Gelelim bu haftanın yazısına. Taksim-Beyoğlu güzergâhındaki ulaşım sorunları sebebiyle, haftanın trajik olayları yüzünden izlenimlerimi yazmayı tasarladığım oyunlardan bazıları iptal edildiğinden elinizde daha kısa bir tiyatro yazısı var.

Tabii ki bu tür zorunlu iptallere itirazım yok. Ancak böyle zorunlulukları olmasa da, perde açmayarak yas tutan tiyatrolar da var. Onlara sanatla yas tutulmayacağını, sanatın her türlü karanlığa karşı en etkin barışçıl silâh olduğunu hatırlatmak isterim.

‘La Casa de Bernarda / Bernarda Alba’nın Evi’

“Bak, bir yerde bir zorba varsa, şu yasak, bu yasak diyorsa işte orada nice gizli şenlikler vardır aslında. Zorbaların huyudur, kendi sözlerine fazla inanırlar. Yasak! Bitti! Yasak ne ayol!”

‘Bernarda Alba’nın Evi’, 26’larda İspanya’da gençlik ve olgunluk yıllarını yaşayan genç aydınların “27.kuşağı”nın sembol isimlerinden, 20. yüzyılının en önemli ozanlarından, şair, oyun yazarı, ressam, piyanist, besteci Federico Garcia Lorca’nın, İspanyol kadınının trajik yazgısına adadığı ‘Köy Trajedileri Üçlemesi’nin son halkası. Üçlemenin ilk oyunu ‘Bodas de Sangre / Kanlı Düğün’  töre baskılarının evliliği alet etmesinin, ikincisi ‘Yerma’ kadının kısır oluşunun tragedyalarıdır. Lorca’nın ölmeden önce yazdığı son oyun ‘La Casa de Bernarda  / Bernarda Alba’nın Evi’yse,  kırsal kesimde, hiçbir zaman istedikleri kocayı seçemeyecek olan kızların zorunlu bekâretinin trajedisidir.

İspanya İç Savaşında, faşist rejimin askerleri tarafından “eşcinsel bir komünist” olduğu gerekçesiyle 38 yaşındayken infaz edilen Lorca’nın bu oyunda kurguladığı ‘ev’, iç savaş öncesi maruz kaldığı toplumsal yapının alegorisidir. ‘Bernarda’nın Evi’, tıpkı, falanjistler tarafından acımasızca yönetilen İspanya gibi, baskıyla dize getirilen, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı ama içten içe kaynayan bir ülkedir.

Evin erkeğinin ölümü üzerine, kapılardan, pencerelerden hava bile sızmayacak sekiz yıl sürecek bir yas ilan eden Bernarda, annesini, beş kızını ve kendini ata ocağına hapseder.

Aynı evde yaşayan ama birbiri ile dost olamayan; inanmadıkları geleneklere sıkı sıkıya bağlıymış gibi davranan; sorunlarla mücadele etmek yerine görmezden gelen, oldukları gibi davran(a)mayan, erkin ve paranın karşısında duruş geliştir(e)meyen, yaşamdan korkan bu bir ev dolusu ‘kurban kadın’ için susmak ve beklemek dışında bir seçenek yoktur. Ne yapmaları gerektiğini bil(e)mezler, eyleme geç(e)mezler ve yaşarken yavaş yavaş çürürler. Tutkularının peşine düşenler içinse trajedi kaçınılmazdır. Bernarda bile, en az kızları kadar, kendisini yetiştiren, ‘elalemin ne dediği’nin , ‘gerçekte ne olduğundan’ önemli olduğu bu yapının kurbanıdır. 

Lorca kadınlarına karakterlerin birer ipucu olan isimler takmıştır.

Adı Cermen, “ayı kadar güçlü” Bernard’ın İspanyolca karşılığı olan, gücü elinde tutan Bernarda, kadının toplumdaki yeriyle ilgili gelenek ve şeref konularında acımasız bir despottur. Hapsettiği kızlarına yasakladığı zevkleri bir zamanlar tatmış olduğu da hissedilmektedir.

Bernarda’nın, babasından dişe dokunur bir miras kalan, ilk kocasından olma hastalıklı büyük kızı Angustias (ıstıraplı, bunalımlı, eziyet edilen), annesinin baskısından kurtulmak için parasının peşinde olduğunu bile bile Pepe Romano ile evlenme hazırlığındadır.

Ortanca kız kardeşler, babası öldüğünden beri pek yatağından çıkmayan Magdalena (Angustias ile eş anlamlı) ve annesinin her dediğini yapan Amelia (gayretli) iki silik karakterdir.

Bernarda’nın yıkıcı müdahalesi sonucunda kötü biten bir aşk yaşamış olan, halen belli etmemeye çalışsa da, Pepe’den bayağı hoşlanan Martirio (şehit), kendi yaşamak isteyip de yaşayamadıklarını yaşayan kız kardeşini annesine ihbar edecek kadar intikamcıdır. 

Bernarda’ya karşı gelmeyi tek göze alan en küçük kızı Adela (Adelantar: öne geçmek, erişmek), âşık olduğu Pepe ile gizli bir ilişki yaşamaktadır. Ancak annesine başkaldırısı özgürce var olmaya yönelik değildir ve evin ‘yeni efendisi’ olarak Pepe’yi görür…

Tüm ev halkının ‘deli’ diye odalara kapattığı, Bernarda’nın yaşlı annesi Maria Josefa (Maria & Josef, İsa’nın anne ve babası) oyunun, en şiirsel ve akılcı sözlerini söyleyen tek umut dolu karakterdir.

Franco rejiminin yasakladığı piyes nerelerde sahnelendi?

 1936’da yazılmış olmasına karşın, Franco rejiminin yasakladığı ‘La Casa de Bernarda’, ilk kez 1945’de Buenos Aires’de sahnelenmiş, İspanya’da ancak 1964’de sahneye konulabilmiştir.

Türkiye’de Devlet Tiyatrolarında Mahir Canova (1961), ve Ergin Orbey’in (1991-92)  klasik yorumlarıyla sahnelenmiş; 1993-94 sezonunda Roberto Ciulli ve Müge Gürman, Devlet Tiyatroları ile Ruhr Tiyatrosu ortak yapımı olarak oyunu, Kuzey Afrika’da yenik bir birlikten geriye kalmış lejyonerlerin mahzur kaldıkları bir kalede, erkeklerden oluşan bir kadroyla yorumlamışlardır. Diğer modern sahnelemeler arasında en ilginçleri, Ayşe Emel Mesçi’nin Lorca’nın kimi şiirlerini de içine alan, müzikli,  koreografili gösterisi (2004-05) ile Abdullah Cabaluz’un birkaç yıl önce Oyunbaz’da yönettiği Aslıhan Azari, Firuze Ergin, Pınar Akkuzu, Başak Sakarya ve Nesrin Yılmaz’lı parlak yorumudur. 

‘Bernarda Alba’nın Evi’ bu kez Mek’an’da, Pelin Temur’un uyarladığı ve /veya yeniden yazdığı tek kişilik yorumu ile karşımıza çıkıyor. İlginçtir, Temur’un tüm yan karakterlerden arındırarak 45 dakikaya indirgediği bu çalışma özetlemenin çok ötesine geçerek, Bernarda ve kadınlarının trajik yazgısının özüne başarıyla ulaşıyor. Anlatıcı rolünü sağduyunun sesi Maria Josefa’nın yüklenmesi, gelenek ve törelerin faşizan baskısının ve giderek faşizmin traji-komik absürd karakterinin daha bir altını çiziyor.

Yönetmen oyuncu Ahmet Melih Yılmaz, Queer kavramına Lorca’nın kadınları üzerinden bakıyor ve bedenine, Bernarda ve kızlarını çağırarak, “Kadın rolü, erkek rolü yoktur! Rol vardır.” fikrini sahnede görünür kılıyor.

Ahmet’i, Plato Film Okulu yıllarımda Rüçhan Çalışkur’un tiyatro odaklı oyunculuk sınıfında olağanüstü yetenekli bulduğu yeniyetme öğrencisi olarak tanımış, DTCF Tiyatro Bölümünde okurken Ankara’dan turneyle geldiği ‘Kadınlar, Aşklar, Şarkılar’da sevgili dostum Rüçhan’ın ne kadar haklı olduğunu görmüştüm. Halen ‘Avzer’ adıyla oynadığı ikinci tek kişilik gösterisini de en az ilki kadar beğenmiştim. Kanımca, henüz 26 yaşında bile olsa, ‘Bernarda’  bu genç adamın olgunluk çalışması. Boş bir sahnede, sakalını bile kesmeden, kısa topuklu ayakkabıları, siyah kadın elbisesi, bir iskemle, Bernarda’nın gücünü simgeleyen bir yelpaze ve Adela’nın ipi dışında tamamen aksesuarsız, sadece sesi, oyunculuğu ve beden diliyle Bernarda’nın bütün kadınlarını canlandırmayı başarıyor. Tek ayağı üzerinde dönerek kimlik değiştirmesi, monologları karşılıklı diyaloglara çevirmesi müthiş.

İzlenmesi şart bir çalışma. Nisan ayında Kadıköy Theatron’da.

Hepinize huzurlu seyirler dilerim.