“Azınlıkların sırtlarındaki yüklerden kurtulmaları gerek”

Doç. Dr. Toros Alcan bu dönem Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Azınlık (Cemaat) Vakıfları Temsilciliği ve Vakıflar Meclisi Üyeliği görevini yürütüyor. Kendisiyle 2015 yılında başladığı görevini ve Türkiye’de azınlıklara bakışı konuştuk.

Yaşar BİLDİRİCİ Toplum
23 Mart 2016 Çarşamba

Sevgili Toros, bu anlamlı görevi kıymetli dostum Laki Vingas kardeşimden devralmış bulunmaktasın. Laki kardeşimin çok başarılı sürdürdüğü iki dönemi tamamlamasıyla bu görev, seçim ertesi 2015 yılının başında tarafınıza teslim edildi. Laki Vingas’ın görevi Türkiye’mizde bir ilkti. Sizin başkanlığınız da hayırlı olsun. Okuyucularımız için sorumluluklarınızı, görevlerinizin tanımını anlatmanızı rica edeceğim.

İlk defa 2008 yılında iktaf edilen Vakıflar Kanununun değişmesi ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının, azınlık kimliğini de barındırarak devlet bürokrasisinde aldığı bir görevdir. TC tarihi boyunca yasamada -gerek 1960 öncesi, gerek 1960 sonrası- küçük örnekler olmakla birlikte bazı azınlık milletvekillerimiz seçilerek görev almışlardı. Yakın dönemden aklımızda kalan Jeffi Kamhi var. 24.döneme (2011) kadar azınlıklardan hiç milletvekili seçilemedi. Bildiğiniz üzere son seçimlerde de (25. Dönem-2015) azınlık cemaatlerine mensup üçü Ermeni olmak üzere dört milletvekilimiz çeşitli partilerden seçildi. Şahsen diğer cemaatlerimizden de milletvekillerimizin olmasını çok isterdim. Mesala Laki Bey’in devlet bürokrasisini ve devlet terbiyesini de içine alan tecrübesiyle milletvekili olmasını çok arzu ederdim. Kendisini bir dışişleri bürokratı olacak kadar yetkin görüyorum. Yeri gelmişken, benden önce iki dönem bu görevi yapmış sevgili dostum Laki’ye de teşekkür etmek istiyorum. İlk kez olmasına rağmen böyle bir görevi başarıyla yürütüp cemaatleri de birbirlerine hiç olmadığı kadar yakınlaştırarak güzel bir dönemi tamamladı. Umarım aynı yorumları 2017 yılının sonu olan görev süremin bitiminin ardından benim için de söylerler.

Vakıflar Genel Meclisi denen bir yapı var. Türkiye’de hemen hemen elli bini aşkın -gerek medeni kanuna tabi, gerek Osmanlı döneminde kurulmuş Mülhak Vakıflar denilen İslami vakıflar, gerek artık devamı olmayıp devlet tarafından yürütülen mazbut vakıflar ve de cemaat vakfı olarak tanımlanan 167 gayrimüslim- vakıf mevcut. Bu meclis tüm bu vakıfların en üst karar ve denetim organı. 15 kişiden oluşan bir vakıflar meclisimiz var; başkanı Dr. Adnan Ertem. Aynı zamanda Vakıflar Genel Müdürümüzdür. Vakıflar Genel Müdürü, Vakıflar Meclisinin başkanı olarak atanıyor ve direkt Vakıflar Genel Müdürlüğünden sorumlu başbakan yardımcısına bağlı çalışıyor. Uzun yıllar bu görevi Sayın Bülent Arınç götürdü. Yeni hükümette Sayın Yalçın Akdoğan tarafından yürütülmekte; kendisi yakın zaman önce bütün cemaatlerle ortak bir toplantı yaptı.

 

“2008, AZINLIKLAR İÇİN TÜRKİYE DEMOKRATİK HAYATINDA BİR SIÇRAMADIR”

Vakıflar Genel Meclisinin kimlerden oluştuğunu, işleyişini ve çalışma esaslarını anlatır mısınız?

Meclisin on üyesi vakıfların çalışanları, bürokratları arasından atama ile başbakan tarafından seçiliyor; beşi ise seçimle geliyor. Seçimle gelen beş temsilciden üçü, tamamen sivil dediğimiz, Medeni Kanun’la kurulan modern vakıfların temsilcileri, biri Osmanlı’dan beri devam eden, mülhak dediğimiz vakıfların temsilcisi. Biri de bugüne kadar varlığını korumuş, çoğu İstanbul’da olan 167 azınlık vakfının temsilcisi. 15 kişilik mecliste bir temsilci az gibi görünebilir ancak 50 bin vakfa 14 temsilci, 167 vakfa bir temsilci olduğunu göz önünde bulundurursak bunun çok büyük bir oran olduğunu görebiliriz.

2008, azınlıklar için Türkiye demokratik hayatında bir sıçramadır. Gayrimenkullerin iadesi, bazı hakların verilmesi bu tarihten sonra başladı. Bunların çok ötesinde, ufacık bir kalorifer dairesini tamir ettirebilmek için kapısında aylarca beklenilen Vakıflar Genel Müdürlüğünün en üst karar organında yer almaya başladık. Bu çok büyük bir gelişmedir.

Siz bu göreve gelmeden nasıl bir süreç geçirdiniz?

Halen yürütmekte olduğum, mezunu da olduğu Tıbrevank Ermeni Lisesi Vakfının yönetim kurulu başkanıydım. Aynı zamanda Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde doçent olarak akademisyenlik görevimi yürütmekte ve kliniklerimde hastalarıma bakmaktaydım. 2015’te mevcut sorumluluklarım arasına Cemaat Vakıfları Temsilcisi görevi de eklendi. Umuyorum bu onurlu görevi layığıyla yerine getiriyorumdur.

Vakıflar çok önemli kurumlardır. Zamanında birçok insan bunu düşünüp toplumsal ihtiyaca göre, organize olmuşlar. Koç Vakfı’nın da Hahambaşılık Vakfı’nın da, sosyal hayat içinde bir yeri vardır. Bundan birileri yararlanır, biri öksüz olduğu için yararlanmış, biri muhtaç olduğu için yararlanmış, bir müzik için, biri din adamı olmak için yararlanmış. Sosyal örgütlenmede vakıfların çok önemli bir yeri var.

Bu konuda da Adnan Ertem’e çok teşekkür etmek lazım. Adnan Bey’in yaptıkları ortada.

Evet. Adnan Bey’e hakkaniyetli yaklaşımı için her zaman teşekkür etmek lazım. Genel olarak değişen, demokratikleşen bir bakış açısı mevcut. Siyasi irade çok önemli tabii ama yalnızca siyasi iradenin yaklaşımı yeterli olmaz. Bunu uygulayan bürokratların da hakkaniyetli, demokratik bir görüşe sahip olması ve bunu iyilik içerisinde yapmış olması gerekiyor. Vakıflar ‘’iyiliğin’ şekil almış halidir aslen.

 

“BANA BİR ŞEY OLURSA, GÖREVİ SİLVYO OVADYA ÜSTLENECEK”

Azınlık Temsilcisi nasıl seçiliyor?

Temsilci olması için biri seçilecekti. Kim olsun tartışmaları içerisinde şöyle bir metot bulundu: Cemaatleri vakıf sayılarına göre sıraya koyalım. Türkiye’de sayıları az da olsa, en çok Rum vakfı var. Sonra sırasıyla Ermeni vakıfları, Yahudi vakıfları, Süryani vakıfları, Keldaniler, Bulgarlar ve Gürcüler (Gürcülerin bir, Bulgarların iki vakfı var). Üçer sene devam edecek görevi centilmenlik çerçevesinde bu sıraya göre seçelim. Böyle olunca önce Rum cemaatinden Laki Bey aday oldu ve hepimizin oy birliği ile seçildi. Gerçekten çok da doğru bir karar verdiğimiz anlaşıldı. Ermeni adaya sıra gelince, bu sefer Ermenilerin içinden kimin seçileceği konusunda Ermeniler arasında bir oylama yaptık. Bu seçimden sonra, Ankara’da tüm cemaat vakıflarının oy birliği ile seçilip bu göreve geldim. Seçimle gelen beş temsilcinin hepsi bu tip seçimlerle meclise geliyorlar. Üç yıllık bir süre için – birinci yılımız doldu, ikinci yılın içindeyiz. Laki Bey altı yıl - iki dönem yaptı, iyi de oldu. Biz Laki Bey’in yaptıklarının üstüne ne koyabiliriz, nasıl devam ettirebiliriz, bunlar üzerinde çalışıyoruz.

Anlaşılan görevinizi tamamlamanızın ardından centilmenlik anlaşmasına göre bir Yahudi arkadaşımız devir teslim alacak.

Tabii, hatta şimdiden yedeğim bile var. Bana bir şey olursa, görevi Silvyo Ovadya üstlenecek. İnşallah üç yıl sonunda Yahudi cemaatine bir devir teslim olacak. Ben altı yıl yapmayı düşünmüyorum.

Peki, bir Ermeni olarak Ankara’da olmak nasıl bir şey? Negatif ya da pozitif neler yaşıyorsunuz?

Eskiye ait bir vakıf yöneticisi olsaydım zorluk çekebilirdim. Darbeler öncesi ve sonrası ağır olaylar yaşanmış. Mesela ben Kırklareli’ni çok iyi bilirim, oralı arkadaşlarım olduğu için. Sinagogun birahane olarak kullanıldığını bizzat gördüm. Güzelim Kırklareli mahallelerinin boşaltılıp, insanların Lüleburgaz’a nasıl kaçtıklarını doktor arkadaşlarım anlattılar. Çok zor zamanlardı; Türkiye çok kapalıydı, dünya da kapalıydı. 1968’de Rumların, 20 kilo 20 dolarla bir haftada kovulmaları… Tabii bunlarla büyümüş yöneticiler Ankara’da zorluk çekebilirlerdi. Benim şansım oldu, ben orta kuşağım yani iki grubu da gördüm. 90’ların özgürleşme rüzgârını da yaşadım. Devletin üniversitesinde uzun yıllar çalıştığım için devlet bürokrasisini de biliyorum. Akademik kimliğimden kaynaklanan rahat konuşma özelliğim var. Yani akademik gerekçelerle konuşma. Politik olmayan bir tarzda konuşma anlamında da hiç zorluk yaşamadım. Fikirlerimi hiç frene basmadan -tabii bir terbiye içinde, bir aktivist dilim yok benim- dile getirebildim. Akademik insanlar, kanıta dayalı çalışan insanlardır o yüzden orada bir zorluk yaşamadım. Ancak hep söylüyorum kanunların değişmesi, siyasi iradenin değişmesi önemli; ama uygulamanın da değişmesi lazım. İnsanların sırtında taşıdığı bagajlar, yükler -ki bunları hepimiz taşıyoruz- her ne kadar siyasi irade istemese de, insanların tavırlarını belirliyor ve bürokraside karşınıza başka sorunlar olarak çıkıyor.

Meclis ortamı çok iyi, 15 arkadaşımızın hepsi; ağabeylerimiz, büyüklerimiz. Gerçekten çok hüsnü kabul görüyoruz. Etkilendiğim iki olay oldu; biri pozitif diğeri ise negatif. Negatifle başlayıp pozitifle bitireyim… Süryani Katolik Cemaatinin Mardin’deki bir gayrimenkullü iade edilecek, edilemiyor bir türlü. Laki Bey döneminden kalma dava dosyaları önümüze geldi. Vicdanen herkes o arazinin o cemaate ait olduğunu biliyor. Adı da belli, Ravda diye bir yer. Başka Ravda diye bir yer yok. Tapuda da Ravda ve çevresi diye geçiyor. Osmanlı tapuları öyle, ama tapu kayıtları bir şekilde yok olmuş. Dolayısıyla bugün tapuyla eşleştirilemiyor. Orayı iade edemedik. Süryani Katolik manastırının malı; diyorlar ki, “1940’larda tapuda beyan etselerdi.” Ben de dedim ki, 1940’larda Süryani Katolik bir rahip tapuya gidip “bunu bana yazın” diyebilir miydi? İstanbul’da bile mümkün değildi. İnsaf diyorsunuz. Öbür taraftan bakınca da kanuna adapte edemediğiniz zaman verseniz de gerçekliği yok; verdiğiniz hazine malı gözüküyor. Bu sefer de Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğünü dava ediyor; hangi kanuna, evraka göre verdin sen bunu diye. Kanunlar tutmuyor. O yüzden zorlanıyoruz.

Olumlu bir örnek vereyim. Yeni seçilmiştim; Vakıflar Genel Müdürümüzden bir telefon geldi. AB Bakanlığı’nın -o zaman da Volkan Bozkır Bey bakandı- Alman meslektaşını ağırlayacağı bir yemek olduğunu, kendileriyle aynı masada oturup oturamayacağımı sordu. Ben de yemekte hep birlikte bir masada oturacağımızı sandım. Bir baktım, masada Bakan Bey ortada, bir tarafında ben, bir tarafında Genel Müdürümüz; resmi Türk delegasyonundayım. Benim için çok anlamlıydı. Daha önceleri Türkiye’yi akademik alanda çok temsil ettim, konuşmalar yaptım ama devlet bürokrasisinde olmak bir başkaydı. Bakan Bey, açılış konuşmasını yapmamı istedi. Hiç hazırlığım yoktu; söze “Ülkemize hoş geldiniz” diye başladım. İnsanlar şaşırdı, insanların şaşırmalarına ben de şaşırdım. Bu bizim ülkemiz. Almanla benim Hıristiyan olmaktan öte bir benzerliğim yok. “Ülkemize hoş geldiniz” deyince kendimi de çok iyi hissettim, iyi geldi. O dönemde hayatımda çok yoğundum, görevin hakkını veremeyeceğimi düşünüyordum. Ancak orada rahatladım ve artık “çalışabilirim” dedim.

 

“BİR IRKI KÜLLİYEN HAİN VEYA KÜLLİYEN MÜKEMMEL İLAN ETMEK EN HAFİF DEYİMİYLE FAŞİZANLIKTIR”

AK Parti hükümetinin pozitif icraatlarından biri oldu bu; Ermeni yurttaşımıza en üst seviyede Türkiye’yi temsil etme payesi verdi. Ancak sokakta bunu yaşayamıyoruz. Devletin üst kademesinden pozitif bir bakış var ama sokağa baktığınız zaman da halen eski hastalıklar devam ediyor, eski algıyı bir türlü kıramıyoruz.

Bu çift taraflı bir algı aslında. Azınlık toplumlarında da var, biz buralı mıyız, neden biz buralı değiliz düşüncesi… Erzurum Pasinler Belediye Başkanı’nın anma töreninde yaptığı konuşmayı biliyorsunuz; “hain Ermeniler”. Gerçi sonra açıklama yaptı, özür diledi, “Elime verdikleri metni okudum sadece” dedi. Tabi bu kabul edilebilir bir gerekçe değil. Daha önce de dediğim gibi, bagajlarımız var, kendi sırtlarımızda yükler var. Bizler bürokraside, Türkiye’nin siyasi hayatında, çok yer alamadığımız için toplumdaki dönüşümlere çok katkıda bulunamadık. Siyasi irade dese bile toplumlarda dönüşümün çok kolay olmuyor.

Bu bagajlarımızdan kurtulmamız için bu yürüttüğüm temsiliyet görevinin önemli olduğunu düşünüyorum. Büyük topluma ulaşmak zor biliyorum, ama birçok proje yaparak büyük topluma ulaşmamız lazım. Mesela Edirne Sinagogu açılışında, Bakan Bey ve bütün vakıf temsilcileri bir arada sohbet ediyorlar. Söylenen ilahileri dinledikçe “kürdi hicazkâr gibi bu” dediler. Dedim ki “ortak kültürümüz bu zaten.” Osmanlı’da müzikte etkileşim oldu. İnanamadılar. Hepsi yüksek düzey bürokrat bu insanlar daha önce hiç sinagogda ilahi dinlememiş.

Zaten en büyük sıkıntımız bizi tanımamaları, bilmemeleri. Kendimizi anlatma adına çok çabalarımız olsa da, 100 bin kişilik bir cemaatin kendini 80 milyona tanıtması kolay değil. Belki İstanbul’da biliniyorsunuz ancak Ardahan’da bilinmeniz mümkün değil.

Aynen, Edirne’deki vali, Erzurum’daki belediye başkanı olayında olduğu gibi… “Sadece metni okudum” diyor, “Hain Ermeni, katil Ermeni” demekten çekinmiyor. Bakın, Soykırım’ın en büyük kurbanı Yahudiler oldu ama “katil Alman” demediler, “katil Naziler” dediler. Bu çok önemli, bir ulusu rencide etmemek lazım. Almanların içinde çok vicdanlı insanlar vardı, diğer taraftan Avusturyalı Naziler, Fransız Naziler de vardı. Bir ırkı külliyen hain veya külliyen mükemmel ilan etmek en hafif deyimiyle faşizanlıktır.

 

“BURADAKİ MUSEVİLERİN SADECE İSPANYA’DAN GELDİĞİNİ ZANNEDİYORLAR”

Bugün azınlık cemaatlerinin en büyük sorunlarından biri yapılması gereken seçimlerin ertelenerek ötelenmesidir. Diğer taraftan Yahudi cemaati, kendi içindeki seçimleri her geçen gün daha demokratikleşerek gerçekleştiriyor. Ermeni cemaatinde durum nasıl?

Gerçekten Türkiye’de bir Yahudi modeli var. Ermeni ve Rumlar bundan biraz uzakta ama farklı yapılar da söz konusu. Öncelikle az bilinen bir şey belirtmek istiyorum. Dünyada, patriğini yani dini liderini halkın seçtiği tek ulus Ermeniler. Papa’yı bile metropolitler seçiyor. Ta Osmanlı’dan, 1868 yılındaki Ermeni Nizamnamesinden beri patriği siviller seçiyor. Bir ‘millet başı’ kavramı var. Meşruti bir yapı da kazandırılmış patriğe; Osmanlı’da milletler düzeni olduğu için. Cumhuriyet döneminde de bu durum devam etmiş. Aslında Ermenilerin de ortak mütevelli heyeti var, bütün vakıfları tek bir heyet yönetiyor. Bu Osmanlı’daki cismani meclisin ruhunu taşıyan laik bir sistem. Bu cismani heyeti 1960 darbesinde kaldırdılar. Aynı şekilde Rumlarınkini de kaldırdılar. Musevi cemaatindeki bu ortak mütevelli nasıl işliyor, ayrıntılı bilgim yok. 1960 darbesinde bu yapı tırpanlanıyor ama Ermeniler ısrar ediyor. 54 vakıftan, İstanbul’da olan beşi, benim okulum gibi, ortak mütevelli heyeti ile yönetilmeye devam ediyor, ta ki 1970 darbesine kadar. 1970’te o da elimizden alınıyor. Ermeniler yine ısrar ediyor, “Bari seçimlerini ortak yapalım” diyorlar. 1980’e kadar seçimleri ortak yapılıyor; 80’de o da kaldırılıyor. Böylece kısıtlı hale geliyor. Aslında devlet bürokrasisi her vakfın müstakil hale gelip öyle organize olmasını istiyor. Hatta üzülerek söylüyorum, eski Cumhurbaşkanımız Sezer, Vakıflar Kanunu’nu veto gerekçesinde -kendisi yüksek hakimdir- derki “Vakıflar Osmanlı bakiyesidir, zaman içinde erimesi ve yok olması lazım. Siz bunları bu kanunla tekrar yaşatmaya çalışıyorsunuz.”  Kısacası 80’den sonra Ermenilerin tüm vakıfları müstakil vakıflara dönüşüyor. Bir türlü organize olamıyorlar. Tabi bunların içinde bir sürü bireysel itirazlar olabilir, bireysel yetersizlikler, fazlalıklar olabilir. Ama sonunda Vakıflar Yasası ve Laki Vingas’ın seçilmesinden sonra Ermeniler ve Rumlar tekrar örgütlendi. Ermeniler, Vakıflar Arası Dayanışma ve İletişim Platformu’nu (VADİP) kurdu; gayri resmi, hukuksal bir kimliği yok. Bir dernek değil, bir platform. Buna çoğunluk katıldı; birkaç Ermeni vakıf katılmadı. Onlarla bireysel çekişmeler oldu. Benim de gündemimdeki ilk madde bu seçimlerin yapılamaması… Sebep olarak çeşitli gerekçeler söylediler, bu konudaki dedikodular muhtelif. Dediler ki Ermeniler bir türlü seçim tüzük çalışmasını yapmadılar, onun için seçimler erteleniyor. Aslında Ermeniler oy birliği ile bir tüzük çalışması yaptı ve Adnan Bey aracılığıyla bakanlığa ilettik. Ancak arada başka görüşte olan küçük ya da büyük vakıfların başka kanallardan baskı yaptıklarını biliyoruz. Bu Rumlardan da oldu, Ermenilerden de oldu. Yahudilerden hiç olmadı. Yahudiler daha monoblok davrandı. Doğrusu da oydu zaten. Devlet bürokrasisini bilenler aslında bunların hiç de önemi olmadığını bilirler. Devlet bürokrasisi bir kanunu bir tüzüğü yazarken, network bazında tüm parametrelere bakar ama sonuçta kendi ideolojisi ve devletin bekasını öne alarak bu tür yönetmelikleri yaparlar. Yani biz istesek de tüzüğün çıkartılmasını engelleyemeyiz. Kişisel yorumum bu. Bunun basit bir tüzük olduğunu düşünüyordum ama Sayın Bakan’ın toplantısında işin bu kadar basit olmadığını anladım. Aslında bu bir tüzük işi değil; hükümetimiz azınlıkları kapsayıcı yeni ve bütünsel bir yasa hazırlığı içinde. Aslında bu bir yasa tasarısı – büyük ihtimalle bir çerçeve yasa. Azınlıkların AB normlarında haklara sahip olması hedefleniyor. Gerçi, AB’deki azınlıklar bizim azınlıklarımızla aynı model değil. Buradakiler sonradan oluşmuş azınlık değil; kadim, hep olan azınlık. Herkes, Musevilerin sadece İspanya’dan geldiğini zannediyor ama değil.

Musevi cemaatinin Gelibolu Mezarlığı olmak üzere bazı mezarlıklarla ilgili sorunları var. Bu konuda bir gelişme var mı?

Başbakan Yardımcısı Yalçın Bey ile olan toplantıda bu konu gündeme geldi; hatta Adnan Bey’den bilgi istedi. Mezarlıkların şöyle bir sorunu var: Mezarlıklar, başka bir kurum veya vakıf tarafından sahiplenilmemişse belediyeye geçiyor. Belediyeye geçen mezarlıkların bazıları korunmuş, bazıları ise çok kötü durumda. Mezarlıklarda belediyeye geçenlere fazla bir şey yapamıyoruz. Vakıf malı olduğu tescil edilirse iadesini isteyebiliriz. Birçok mezarlık, mezarlık işlevini yitirmiş olsa bile, iade edildi. En büyük örneği de Ortaköy Ermeni Kilisesi Mezarlığıdır. Artık mezarlık olmamasına rağmen arazi iade edildi, hatta oraya bazı binalar da yapıldı. Mezarlıkları korumak bizim için çok önemli. İshak İbrahimzadeh, Bakanımızla ortak toplantıda, “Bunlar bizim canlımız kadar değerli” dedi. Azınlıklar, Lozan dışında, Vakıflar Genel Müdürlüğü Kanunu’nda küçük bir paragraftan başka, hiçbir yerde yok. Ne Milli Eğitim Bakanlığında, ne Maliye Bakanlığında azınlık tanımı var. Ne mezarlıklarda, ne belediyelerde... Bizim çerçeve kanunumuz Lozan, bunu binaen kanunların yapılması gerekirken, çoğu yapılmamış. Hatta hiçbiri yapılmamış diyebiliriz. Kanunun belediye ayağından “mezarlık en yakın vakfa verilir” demesi lazım; bu kadar basit. Bu sorunu ancak yeni çerçeve kanun çözebilecek. Yeni bir kanun ve uygulama olmadan, geçici 8. ve 11. madde ile verilebilenler verilebildi. Ama eğer 36 beyannamesinde, mezarlığı yazmadıysanız bugünkü kanunlar çerçevesinde yapılabilecek fazla bir şey yok.

AK Parti hükümetlerinin son dönemlerde yaptığı icraatlarda gayrimüslim cemaatlere çok samimi bir bakış açısı var. Özellikle de hak sahibi olduğu mülk mevzuatlarında. Ancak bürokraside bazı sebeplerden dolayı tıkanıklıklar yaşanıyor. Bunlar da inşallah zamanla aşılacak.

Türk entelektüellerinin -Türk derken gayrimüslim olmayan büyük toplumu kastediyorum- bilim insanlarının, politikacıların özel ihtimam göstermesi gerektiğini düşünüyorum, yoksa o ülke klasik anlamda çağdaş bir demokrasiye dönüşemez. Ayrımcı dil terk edilmedikçe, “Aaa Antep’de Yahudiler mi vardı?” diyen bilgisizlik ortadan kalkmadıkça bu durum aşılamaz.

Türk Musevi Cemaati ile ilişkileriniz nasıl?

Her şeyden önce sizin sisteminizle çalışmak çok kolay. En basitinden, bir toplantı olacak ise cemaatinizi temsilen donanımlı, kaç kişi denirse o kadar kişi hiç sorunsuz, hemen geliyor. O manada çalışmak çok kolay. İshak Bey de çok orijinal bir kişilik. Yakından tanımazsanız önce biraz şaşırabilirsiniz. Ben kendisini tanımaktan çok mutluyum; çok renkli, çok yapıcı, ilkeli, çelişmeyen bir kişi.

Şu an itibariyle görevinizi nerede gerçekleştiriyorsunuz?

Ermeni toplumu, bize bila bedelle Şişli’de Key Plaza’da 100 metrekare bir ofis tahsis etti. Temsilcilik görevi devam ettiği sürece, başkanı hangi cemaate mensup olursa olsun, benden sonra seçilecek hiçbir temsilciden de bedel talep edilmeden bu ofis temsil makamı olarak kullanılabilecek. İnşallah, Nisan’ın 15’inden sonra hep beraber ofisimizin açılışını gerçekleştireceğiz.

Yaptıklarımızla ilgili bir data, bir arşiv oluşturmak istiyoruz. Benden sonra gelen, neler yapıldığını görsün, sistemin kişilere bağımlı kalmadan devamlılığı oluşsun diye. Kurumsal kimliğe doğru ilerlemek ve bunun kesintisiz devam etmesini arzuluyoruz. Çünkü yedi ortak cemaatin ilk defa bir kişi tarafından temsil edilmesinde bilgi akışı ve devamlılık çok önemli. Bu sebeple size de takdim etmiş olduğumuz 2015 yılı için bir çalışma raporu hazırladık. Bu rapor genel bilgiler, yıl içinde neler gerçekleştirdiğimizi, bütçelerimizi vs. içeriyor. Bunu iki yıl daha, yıl sonlarında yaparak yine tüm vakıflarımızın ve ilgililerin bilgilerine sunacağız.

Mali konularda da hiçbir sıkıntımız yok. Laki Bey’in döneminden beri devam etmekte olan bir bütçeleme var. Bunun detaylarını da yine raporumuzda görebilirsiniz. Şeffaflık karinesi bizler için çok önemli. Tüm cemaatlerimiz ofis bütçesine katkıda bulunuyor. Bu da yine sene başlarında gerçekleştirdiğimiz toplantıda belirleniyor. Bir şansımız da önceleri Laki Bey’le çalışmakta olan Sevgili Muteber’den (Muteber Yılmazcan), yine devamlılık ilkesiyle, benim dönemimde de kurumsal iletişim direktörü olarak her konuda destek almaktır.

Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde gayrimüslim cemaatler arasında böyle ortak çalışmalar yoktu. Hatta büyük kıskançlıklar, problemler yaşandı. Ne mutlu ki bugün bir masanın etrafında büyük keyifle toplanabiliyoruz.

Bütün başkanlar yılda en az iki kez toplanıyoruz.

Şöyle toparlayalım; gönül arzu ediyor ki Türkiye Cumhuriyetinde gayrimüslim milletvekillerimiz, Toros arkadaşımız gibi cemaatlerimizi temsil eden Ermeni bir yurttaşımız, yarın öbür gün bir Yahudi veya Rum bakanımız, bir hakim, bir subay olsun… Bu temenniler hep içimizde oldu, fakat bunu bir türlü başaramadık. Türkiye Cumhuriyetinde demokrasi ilerledikçe inşallah bu günleri de göreceğiz.

Ümitliyim bu konuda çünkü bu artık vazgeçilmez veya engellenemez bir mecraya girdi çünkü bir sürü birikimli insan var. Belki bir Süryani çok iyi bir askeri stratejist olacak, niye engelleyelim ki onu?

Sevgili Toros kardeşim, Şalom okurları adına bu güzel ve samimi söyleşi için teşekkür ederim.