Sancılı kimlik arayışı

Dört Oscar ödüllü ‘Zoraki Kral’ ile tanınan İngiliz yönetmen Tom Hooper, Danimarkalı karı-koca ressam Wegenerlerin öyküsünü anlatıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
9 Mart 2016 Çarşamba

 İki başrol oyuncusunun olağanüstü performansları yanında, Alexandre Desplat’nın nefis müzikleri, dönemin atmosferini yansıtan, özenli ve kusursuz sanat ve kostüm tasarımı, Hooper’ın akıcı mizanseni ‘Danimarkalı Kız’ı teknik yönden kaliteli bir film yapıyor. 20. yüzyıl başları için şok edici bir konu olan, transeksüel ressamın öyküsü, etkileyici ve duygu yüklü. Eşcinselliğini keşfettikten sonra dört dörtlük bir kadına dönüşen ressam rolünde, tekrarlara düşse de, Eddie Redmayne başarılı bir kompozisyon çiziyor. Partneri Alicia Vikander En iyi Yardımcı Aktris Oscar Ödülünü hak ediyor.

 

‘THE DANISH GIRL’

Yön: Tom Hooper

Sen: Lucinda Coxon

Gör: Danny Cohen

Kostüm: Paco Delgado

Müz: Alexandre Desplat

Oyn: Eddie Redmayne- Alicia Vikander- Ben Whishaw- Matthias Schoenaerts

anat tarihinin sıra dışı olaylarından birini sinemaya aktaran ‘Danimarkalı Kız/The Danish Girl’, sevdiği erkeği sonuna kadar koruyan bir kadının ilginç portresini çiziyor.

David Ebershoff’un 2000 tarihli romanından Lucinda Coxon tarafından senaryolaştırılan film, 20. yüzyılın başında, içinde bir kadın gizli olduğunu keşfeden ressam Einar Wegener’in sonu trajediyle biten, gerçek hayat hikâyesini anlatıyor.

Aldığı 12 adaylıktan dördünü Oscar ödülüne çeviren, ‘Zoraki Kral/The King Speech’in (2010) yönetmeni olarak tanınan 43 yaşındaki, Londra doğumlu, İngiliz yönetmen Tom Hooper’ın yönettiği film, sancılı bir kimlik arayışının öyküsü.

2011’in En iyi Film Oscar’ını kazanan ‘Zoraki Kral’ başrol oyuncusu Colin Firth’i En İyi Aktör, yazarı David Seidler’i En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ının sahibi yapmıştı.

Tom Hooper, Victor Hugo’nun ölümsüz eseri ‘Sefiller/Les Miserables’ın müzikal versiyonu ile de çok ses getirmişti.

Bu iki filmde birlikte çalıştığı, demirbaş görüntü yönetmeni Danny Cohen, başarılı bir dönem filmi olan ‘Danimarkalı Kız’da, bulutlu ve puslu Kopenhag’ın kartpostal güzelliğindeki fotoğraflarıyla, başarılı görselliğiyle öne çıkıyor.

İki başrol oyuncusunun olağanüstü performansları yanında, Fransız bestekâr Alexandre Desplat’nın nefis müzikleri, dönemin atmosferini yansıtan, özenli ve kusursuz sanat ve kostüm tasarımı, Tom Hooper’ın akıcı mizanseni ‘Danimarkalı Kız’ı teknik yönden de kaliteli bir film yapıyor.

20. yüzyıla damgasını vuran, karı-koca ressam Wegenerlerin hikâyesi, çiftin 1904 yılında evlenmesiyle başlar.

Kopenhag Sanat Okuluna giderken tanışan çiftin sanat hayatında, ilk önce koca Einar (Eddie Redmayne) ünlü olur.

Art Deko anlayışının önemli temsilcisi, portre ressamı Gerda (Alicia Vikander), kocasının duygusal sebeplerden ressamlıktan uzaklaşmasından sonra birden bire ünlenir, tabloları sanat galerilerinde kabul görür ve satılmaya başlar.

Eski kadın modeli işi bırakınca Gerda, yarım kalmış bir resim için kocasının kadın kıyafetiyle poz vermesini ister, zira hazırladığı resim serisi için hızlı davranmak zorundadır.

Lili adını taktıkları gizli kadın olarak, efemine kocasının verdiği pozların tabloları sanat çevrelerinde kısa zamanda ses getirir. Bu karmaşık durumu istemeden de olsa sürdürmek zorunda kalan çiftin cinsel hayatı da renklenir.

BAŞARILI DÖNEM FİLMİ

Ancak Einar’ın Lili rolünden sıyrılıp kadınlığa geçmek arzusu olayın seyrini değiştirir. Bu durumu doğanın yanlışı olarak izah eder. Karısına kadın olarak modellik eden Einar, bir kadına dönüşmek için içinde müthiş bir arzu hisseder.

Kocasının içindeki kadını, istemeyerek de olsa ortaya çıkaran, derin bir aşkla bağlı olduğu kocasının mutluluğu için evliliğini tehlikeye atan Gerda, bu garip duruma katlanmaktan başka çare göremez.

Gerda’nın resimlerindeki kadının erkek olduğu gerçeği 1913’te ortaya çıkması Kopenhag’da tepki doğurur. İkili Paris’e taşınmak zorunda kalır. Kadın kıyafetindeki Einar, Lili adıyla, Gerda’nın kız kardeşi olarak, sanat aleminin önde gelen kişilerine takdim edilir.

Einar’ın çocuk yaştayken eşcinsel bir ilişki yaşadığı arkadaşı (Matthias Schoenaerts) yıllar sonra Paris’te bir sanat eksperi olarak karşısına çıkar. 1930 yılında Einar’ın kadınlık duygularını fiziksel olarak hayata geçirme arzusu Gerda tarafından kabul görür.

İki aşamada yapılan cinsiyet değiştirme ameliyatlarının ilki Einar’ı umutlandırır. Son derece tehlikeli ve yaygınlaşmamış, risk payı yüksek ikinci ameliyatı için aceleci davranır. Kendisini kobay olarak kullanan cerrahın ikinci ameliyatı hüsranla neticelenir.

Kayıtlara geçmiş tarihin ilk transeksüel ameliyatı, ilk tıbbi seks değişimi Einar’ın trajik sonu olur.

20. yüzyıl başları için şok edici bir konu olan, transeksüel ressamın öyküsü, Kopenhag ve Paris’te geçen konusu ile sağlam, etkileyici ve duygu yüklü bir dönem filmi.

Geçen yıl ‘Herşeyin Teorisi/The Theory of Everything’de deha fizikçi Stephen Hawking rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar Ödülünü kazanan Eddie Redmayne, bu yılın favorisi Leonardo di Caprio’un en ciddi rakibi oldu.

Cam gibi saydam yüzü, porselen gibi kırılgan fiziğiyle, eşcinselliğini keşfettikten sonra dört dörtlük bir kadına dönüşen Einar rolünde, tekrarlara düşse de aktör kariyerine damga vuracak bir kompozisyon çiziyor.

Sinemanın yükselen yıldızı, ‘Anna Karenina’ (2012) filminde dikkati çektikten sonra, 2015’e damgasını vuran İngiliz bilimkurgu-psikolojik gerilim filmi ‘Ex Machina’da kendisinden bahsettiren Alicia Vikander’in ‘Danimarkalı Kız’daki performansı zaman zaman Redmayne’ninkinin önüne geçiyor.

Taparcasına sevdiği kocasını mutlu edebilmek için kendi hayatını mahveden fedakâr eş rolünde, İsveçli aktris En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar Ödülünü hak eden bir performans çıkarıyor.

Yedi Yıllık Tutsaklık

1966 Dublin doğumlu, İrlandalı Yahudi bir avukatın oğlu olan Lenny Abrahamson, Kanada-ABD yapımı filmi ‘Gizli Dünya/Room’ ile kariyerinde ilk kez En İyi Yönetmen Oscar’ına aday gösterildi. Filmin diğer üç Oscar adaylığı En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu (Brie Larson) ve En İyi Uyarlama Senaryo (Emma Donoghue) dallarında... Aralarında sadece Brie Larson bu ödüle ulaştı.

‘Gizli Dünya’ birbirlerine göbekten bağlı iki film gibi duruyor. Kapalı bir mekânda geçen ilk yarıda, 10 metrekarelik bir oda da tutsak tutulan bir annenin, dış dünyayı hiç tanımayan oğluna, hayatı çatıdaki pencere aracılığıyla anlatma çabasını izliyoruz.

İkinci yarıda, serbest kalan kadınla oğlunun, yeni bir hayata ve gerçek bir dünyaya ayak uydurma çabalarına ve bunun zannedildiği kadar kolay bir şey olmadığına tanık oluruz.

Emma Donoghue’nun, kendi yazdığı çok satan romanlarından senaryolaştırdığı film, bir sapık tarafından kaçırılıp bir odaya kapatılan, orada doğan çocuğu ile 7 yıl hapis hayatı yaşayan bir genç kadının öyküsünü anlatıyor.

Wyliam Wyler’in başyapıtı ‘Korkunç Kolleksiyoncu/The Collector’u hatırlatan, kara – film formatındaki ilk yarısıyla ‘Gizli Dünya’ klostrofobik yapısıyla çok başarılı.

Ancak ikinci yarısıyla film aynı gerilimli tempoyu koruyamıyor. 7 senelik bir travmayı atlatma sorunu yaşayan, annesiyle babasının yokluğunda ayrıldığını gören genç kadın, yeni bir hayata başlama sürecinde sürekli tökezliyor.

Kariyerindeki bu beşinci film, Lenny Abrahamson’a uluslararası ün kazandıran ‘Frank’ (2014) kadar etkileyici değil. Ancak film 26 yaşındaki Kaliforniya’lı aktris, Brie Larson’un olağanüstü performansıyla kendinden çok bahsettirdi.

Bu filmdeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Altın Küre Ödülünüa kazanan Brie Larson aynı başarıyı Oscar yarışmasında da gösterdi.

Kadın yazar Emma Donoghue’nun insanın içini acıtan, zekice ve ustaca yazılmış öyküsünü, Lenny Abrahamson tutsak çocuk Jack’in gözünden anlatmayı tercih etmiş.

5 yaşına geldiği halde, dış dünyayı ancak çatıdaki küçük pencereden, kuşlardan, düşen yapraklardan, yağan yağmurdan ve televizyonda izlediklerinden tanıyan Jack için yazılan diyaloglar, filme duygusallık kattığı gibi, etkileyiciliğini de arttırıyor.

Jack’in annesinden dinlediği, ama bir türlü algılayamadığı dış dünyaya, tutsaklıktan kurtulup kavuşunca, geçirdiği sancılı adaptasyon süreci filmde ustalıkla anlatılıyor.

Henüz 17 yaşında bir yeni yetme iken, bir adam tarafından kaçırılıp bir odaya kapatılan Joy (Brie Larson), 2 yıl sonra dünyaya gelen oğlu Jack’e (Jacob Trembley), bu küçücük odada büyük bir dünya yaratmaya çalışır.

Kendisine iyi bir hayat yaşamasını sağlamak için çırpınır. Ama Jack büyüdükçe şartlar ve sorduğu sorular zorlaşır. Bütün riskleri alıp, özgürlüğüne kavuşacağı planı uygulamaya geçirir. Onların yerini bilen tek insan, yiyecek ve içeceklerini getiren Nick’tir. Oda kapısını yalnızca dışarıdan özel bir anahtar ile açan Nick’in Joy ile yatakta geçirdiği saatlerde Jack kendini bir dolabın içine kapatmaktadır.

Joy tek kurtuluş çaresi olarak, Nick’in oğlunun hasta, sonraları ölü numarası yaparak evden çıkarmasında görür. Kamyonetin arkasındaki Jack, annesinin tembihine uyarak, yere atlayacak, etraftan yardım isteyecektir.

Hürriyetine kavuşan Joy, para sıkıntısından kurtulmak için bir TV kanalına yaşadıklarını anlatırken, medyanın çirkin yüzü ile karşılaşır. Kadın spiker, meselenin insani boyutunu ayaklar altına alıp, sorularıyla Joy’u tekrar depresyona sokar.

Aile bağları, dayanıklılık, yani bir hayat kurmanın zorluğu gibi temaların işlendiği filmin müthiş oyuncu kadrosunda Joan Allen ve William H. Macy gibi eski tüfekler var. Makas görmemiş upuzun saçlarıyla kız gibi duran Jacob Tremblay son yıllarda perdeye gelen en iyi çocuk performansını ortaya koyuyor.