Neye yaradı bu Varlık Vergisi?

Toplum
2 Mart 2016 Çarşamba

Murad ÇOBANOĞLU

Murathan Mungan’ın dizelerindeki gibi “eskidendi her şey” kimse ölmemiş, kimse kimseye ihanet etmemişti. Cumhuriyet’in henüz ilk yıllarında belki ‘kentliler’ Cumhuriyet’in ne demek olduğunu anlasalar da, ‘milletin en efendisi olan köylü’ anlayamadı, kavrayamadı Cumhuriyet’i. Hele Avrupa’daki demokrasi sürecinin yüz yıllar, Türkiye’dekinin ise birkaç yıl olduğu hesaba getirilir ve konan yasaklar da hatırlanırsa, Cumhuriyet adına ‘altı oklu olduğu’ ve bu ‘okların ha bire kendisini vurduğu’ dışında bir şey anladıklarını da düşünmüyorum, açık söylemek gerekirse.

Henüz İsrail Devleti de kurulmadığından camilerde, evlerde yer alan Magen David’ler, İslam literatüründeki adıyla, Mühr-ü Süleymanlar da kimseyi rahatsız etmiyordu o yıllarda. İkinci Dünya Savaşı’nın ülkede yarattığı yoğun tahribatı bahane olarak gören siyaset adamları, hukukçular, teknokratlar, 11 Kasım 1942 tarihli ve 4305 sayılı Varlık Vergisi yasasını çıkardılar. Yasaya göre ülkede bulunan tüm ‘zenginler’, mallarının büyük bir oranını devlete bağışlayacaklardı, bunun adı da Varlık Vergisi’ydi. Vergi, insanları, bazı gruplara ayırıyordu. M Grubu Müslümanları, G Grubu Gayr-i Müslimleri, D Grubu ‘Müslümanlığından şüphe edilenleri’ ve E Grubu da ecnebi (yabancıları, Levantenleri) olanları anlatıyordu. Varlık Vergisi için, sonradan dönemin maliyecilerinden Cahit Kayra, “Uygulama çok can acıtıcı, orantısız ve insafa bırakılmış olsa da alınan karar doğrudur” diyecekti. Varlık Vergisi’nin mucidi, dönemin Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Şükrü Saraçoğlu da, “...Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları (Müslüman olmayanları) böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını (Müslüman) Türklerin eline vereceğiz...” diye açıklayacaktı. 

Varlık Vergisi, TBMM’de tartışmaksızın bir çırpıda geçti. Hızla yürürlüğe koyuldu. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün bile kapısını çaldılar. İnönü, oturduğu evi ‘lojman’, kendisini de ‘memur’ olarak gösterse de bir kısım ödeme yapmak zorunda kaldı Varlık Vergisi kasasına. Yasada “Varlık Vergisine itiraz hakkı” yoktu. Adı listede yazan kişi ya da kişiler, 15 gün içinde adlarına tahakkuk eden vergiyi ödeyecek, ödeyemeyen ‘mükellefin’ ise malı Varlık Vergisi müfettişleri tarafından haczedilerek, satışa çıkarılıp mükellefin borcu ödenecekti. Şayet haczedilen mal ya da mallar mükellefin borcunu karşılayamıyorsa; mükellef, beden işçisi olarak devlet tarafından çalıştırıp borcunun kalan kısmı karşılanacaktı. Yasa, sonradan, kendi gibi toprak ağalarının mallarını ‘ağalardan’, ‘köylüye’ veren, 11 Haziran 1945 yılında yapılan Toprak Reformu yasasına itiraz edip Demokrat Parti’yi kurup ‘demokrasi fatihi’ olan, toprak ağaları Emin Sazak ile Ali Adnan Ertekin Menderes de dahil itirazsız 4 Ocak 1942 tarihinde uygulanmaya başladığında; G, D ve E gruplarının sahip olduğu, çoğunluğu İstiklal Caddesi, Beyoğlu, Tarlabaşı ve Şişli gibi rant değeri yüksek semtlerdeki Cumhuriyet öncesi yapılar haraç mezat satılmaya başlandı. Sazak, Menderes ve CHP’den istifa edip DP’ye geçecek olan dönemin diğer CHP mebusları, Toprak Reformu gibi itiraz etmediği Varlık Vergisi’nden de epeyce zenginleşmeyi zaten başarmıştı haraç mezat satılan mallarla. Sonradan 6-7 Eylül 1955 tarihindeki çoğunluğu Rum (başlangıçta Rumlara) mallarının pogrom ile yağmalanmasını da sayarsak, Trakya Olayları ve Varlık Vergisi ile ‘memlekette’ ekalliyetin elinde olan sermaye bir gecede el değiştirdi. Satılan mülklerin yüzde 67’sini, Saraçoğlu’nun, “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” sözündeki ‘Müslüman Türkler’ almıştı. Varlık Vergisi’nin yüzde 87’si Gayr-i Müslim’e, yüzde 7’si ise çoğunluğu G ve D Grubu ile ticaret yapan Müslimlere, kalan yüzde 6’lık dilim ise D Grubu olan Müslümanlığı şüpheli zevata ve E Grubunda bulunan yabancılara ve Levantenlere uygulandı.

‘Allah devletlerine zeval vermesin’ci anlayışları sonralarda kendilerine “padişahım çok yaşa” mislinden durumlara dönüştürerek, cumhuriyet ve demokrasi adına yeni yeni kavramlar getireceklerdi. Nesli Çölgeçen’in Züğürt Ağa adlı filminde geçtiği gibi, ‘toprak ağaları’ iki partili rejimde “altı oka mühür basmamaları” gerektiğini önemle vurguladılar, ‘efendi olan millete’. Sonra bilindiği gibi, toprak reformu bazı bölgelere çıksa bile, ağalar bu insanları ‘efendi olduklarından’ kandırarak, tehdit ederek, zorla mallarını geri aldılar. Burada köylünün sesi çıkmadı tabi, çıkanları da biz duymadık. Çünkü onlar da kendileriyle beraber savaşmışlardı, düşmanları kendilerinin inandırıldığı gibi, beraber kovmuşlardı. ‘Ağaların’ bu ülkenin toprağının her karışında kendileri gibi hakları vardı.

Peki, hakkı olmayan kimdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’e, ‘Atatürk’ soyadını verip, kendi de ‘Dilaçar’ soyadını alıp “Ne mutlu Türküm diyene” sloganını yazıp, “Atatürk’ün sembol olan imzasını” tasarlayan, Agop Martayan Dilaçar’ın milleti; ‘millet-i sadıka’ olan Ermeniler, Türkiye Cumhuriyeti’ne bizzat Atatürk’ün emriyle davet edilerek, üniversitelerini kalkındıran, Yahudiler ve her türlü esnaflık ve ticaret’i öğrendikleri Rumlar, Süryaniler. 

İşte ülkenin asıl sorunu olan kişiler bunlardı. Madem toprak ağaları mallarını vermiyordu, ki onların “çalışıp alın teri olan mallardı bunlar,” kendi ülkelerinde, kendilerini ‘işçi olarak çalıştıran’ kişilerden alınmalıydı. Alındı da, ilk adım zaten yıllar önce Almanlar ile başlamıştı, Alman Ruhu’na sahip bazı yüksek rütbeli bürokratların imzaladıkları fermanlarla ilk kafile yola çıkmıştı çoktan zaten. Yerine taşınan başka bir ‘millet-i sadıka’ vardı. Ama bu Osmanlı Devletine değil, Alman Devletine, sadık bir ulustu. Hem de Müslümandı. Yani güvenilir olma şartlarının tamamını taşıyordu üstünde.

Varlık Vergisi’nde, ‘vergi memurları’ basit bir kalem oynatarak, işçi olan Gayri-i Müslim (Ekalliyet)’i, patron, patron olan Müslim’i, işçi olarak göstermeleri yetiyordu malların el değiştirmesi, malı olmayanın, ‘borcunu’ ödeyemeyenlerin da Aşkale’de taş kırmaya gönderilmesi için.

Onlardan biri de, kapıları yağlamakla görevli olan Yahudi Yuda Marko Levi’di. Levi, “Madem ki Yahudiydi” o zaman kesin zengindi(!) Kapıları yağlama görevi olan Yuda Makro Levi’yi, Varlık Vergisi yazmanları, ‘yağ tüccarı’ olarak yazdılar. Levi’nin üstü başı döküntü içinde olmasına bakmadılar bile. “Bir Yahudi nasıl fakir olabilirdi?” Yahudiler, tüccar ve zengin olmalıydı(!) Kesin vergi memurlarını yanıltmak için böyle davranmıştı(!). Oysa G, D ve E Grubundan olmak yetiyordu vergi memurların dikkatini çekmek için. M Grubundan olan bir mükellef de; bugün Samatya GSK olan Samatya Sigorta Hastahanesinin, 1065 ton demirinin işlenmesini yapan taşeron olduğu için D Grubu olarak işaretlenmiş ve yüksek oranda vergi ödemişti.

TDK’ya göre ‘öteki’, “Sözü edilen veya benzer iki nesneden önem ve konum bakımından uzakta olan” demek. Bu ülkede ‘önem bakımından’ daha uzakta olan her zaman ekalliyet, ekalliyetin içinde de Yahudiler olmuştur. Bu anlamsız antisemit düşüncenin altını kazıdığınızda zengin oldukları düşüncesi yatar. Aslında tüm ‘ekalliyete’ olan düşmanlığın altında bu ‘zenginlik’ düşüncesi yatar. Zengin olacaksa da ‘anlı secdeli’ zengin olsun anlayışının ilk nüveleri ta 1942’li hatta Trakya Pogromunu da sayarsak 1934’lü yılarda örülmeye başlanmıştı.

Değerli büyüğüm İsmail Cem İpekçi bana, “Demokrasiyi nasıl tanımlarsın?” diye sormuştu. Ben de, “Demokrasi, kurunun yanında yaşın yanmadığı sistemdir” demiştim. Kendisi de şöyle eklemişti; “Toplumlar, ağaçlar gibidir. Meyvesini kendisi yetiştirir.”