Bodur şubat ayı ve Çekirge

Dalia MAYA Köşe Yazısı 0 yorum
3 Şubat 2016 Çarşamba

“Ne olduğunu bilmediğim bir beklenti içindeyim” dedi Çekirge, “zaman akıp gidiyor. Ben bekliyorum.”

Godot’yu bekler gibi... Ama Godot hiç gelmedi, hiç gelmeyecek de.

Ve zaman akmaya devam edecek. Ben (ben, sen, o fark etmiyor aslında çoğumuzu kastediyorum ben ile - hepimiz dememek için) beklemeye devam ediyorum. Hafta sonunu bekliyoruz bazan; yazı, tatili bekliyoruz. Ay başını bekliyoruz zamlı gelir mi acaba maaşımız diye, çekin gününü bekliyoruz. Bazan iyileşmeyi bekliyoruz. Ümit dolu oluyor beklentilerimiz. 9 ay 10 gün bekliyoruz. Sevgiliyi bekliyoruz kimimiz, belki de bir türlü gelmeyen.

Bir şeyleri beklediğimizi düşünüyoruz; öyle diyoruz. Oysa bir şeyleri beklediğimizi sanırken yaşamı bekliyor, kendimizi bekletiyoruz.

Zamanın akıp gittiğini düşünürken yaşam kaçıp gidiyor parmaklarımızın arasından.

Şubat ayındayız. Bodur şubat ayına dev bir misyon yüklemişiz biz ‘modern’ insanlar. Sevgililer Günü’nü getirmiş tam ortasına yerleştirmişiz bu bodur ayın. Amaç ticari. Ama biz sevgiye odaklansak, aşka odaklansak şimdi... 360 dereceden aşk festivalinin bize sunduklarını görmeye, yaşamı yaratmaya odaklansak? Tıpkı şarkıdaki gibi beklemek yerine yapsak? Yapmak yaratmaktır bir anlamda. Bir şeyleri (bir sanat eserini yazmak, çizmek, oymak, bir işi gerçekleştirmek, bir ilişkiyi kurmak, geliştirmek; onu yaratmaktır. Daha da özünde, kendini yaratmaktır.

Beklemek ise durağanlıktır. Hayatın durmasıdır bir anlamda. Evet, elmanın olgunlaşmasını, yumurtanın çatlamasını beklemek gerek. Belki vakti gelmeden ısırılan elmadan, vakti gelmeden tavuğun altından alınan yumurtadan ne bize hayır gelir ne kendisine... Ama ne elma ne yumurta bekler vaktin gelmesini, biz bekleriz onlar olgunluğa doğru ilerlerken. Onlar gelişirken biz düşeriz durağanlığa. Beklemek yerine yapmak gerek. Yapmak yaratmaktır çünkü. Ve yaratmak, gelecek zamanda değil, yaratmak anda gerçekleştirilir. Yumurtanın çatlamasını, elmanın olgunlaşmasını beklemek yerine kendimizi gerçekleştirmeye, anı yaşayıp yaşamlarımızı ve kendimizi yaratmaya odaklanmalıyız. Ve her ne yapıyorsak aşk ile yapmalı. Aşk ile yapmadığımızı zaten yapmamalı. 

Dolu dolu bir ocak sonu yaşadık. Biz Musevilerin kutladığı, ağaçların yılbaşısı Tu Bişvat hem baharı müjdeledi, İstanbul’da yağan kara inat, hem doğaya dönmek gerektiğini anımsattı. Yapılan araştırmalar doğanın insana iyi geldiğini kanıtlıyor. Araştırmalara göre doğaya yakın yaşayanlar sadece daha sağlıklı olmakla kalmıyorlar, ama yaratıcılıkları da olumlu yönde artıyor. Yaratıcılık, farkındalık demek. Üstelik sadece doğaya yakın yaşamak değil, oturduğunuz ortamda doğa resimlerinin varlığının bile  insana olumlu etki yaptığını bildiriyor araştırmacılar. Doğa, birliği aşılıyor. Bir ormanda ağaçlar birbirlerinden ne kadar ayrı gözükseler de, biliyoruz, - araştırmalar da gösteriyor ama bizler sezgisel olarak da biliyoruz- köklerinden birbirlerine bağlı olduklarını. Tıpkı insanların da birbirlerine görünmez bağlarla bağlı oldukları gibi. Ağaçların bayramının hemen ardından, 27 Ocak’ta Auschwitz ve Birkenau Ölüm Kamplarının kurtarıldığı günün yıldönümünde, Uluslararası Holokost’u Anma Günü’nü yaşadık. Ankara’da devlet nezdinde anıldı Holokost. “Bir daha asla” dedik, diyoruz, “asla yaşamayalım bu acıları” “asla yaşamasın insanlık böylesi vahşeti”. Diyoruz demesine de, öte taraftan hâlâ yok ediyor insanlar insanları, hâlâ yok ediyor insanlar insanlığımızı dört bir coğrafyada. Şiddete dur derken bir taraftan, hâlâ kendimizi üste çıkarmaya çalışıyoruz bir yandan da. Hepimiz, her birimiz! Her bir insan, işinde üste çıkmaya çalışırken de, insanlar kendilerine bir nefes alma alanı bulabilmek için dünya yüzünde yer değiştirirken de, IŞİD gibi terör örgütleri göz kırpmadan yok ederken ya da bir genç kızı sokak ortasında sıkıştırıp tecavüz ederken de, ya da... Yazmayacağım! Siz doldurun noktaların arkasını. Kim bilir belki de şehirlerde, beton duvarların arkasına saklanmış üniversite salonlarının ardında değil de, ormanlarda, parklarda, yeşilin, mavinin, doğanın ortasında yapmalı dünyanın acı geçmişinin anmalarını. Dışarıdan, içselleştirmeden dışımızda hissettiğimiz bir anma yapmak yerine, yüreklerimizde, ruhlarımıza yaşamalı milyonların yok edildiği korkunç vahşet anlarını. İçimizde hissetmeli bir genç kıza yaşatılan dile gelmez anları. Yeşille, maviyle, doğayla sarıp sarmalamalı acıları; şifa vermeli insanlığa.

O zaman –belki- anlarız, aşkın bir kişi ile, sevgilinin bir insan ile, sevgililiğin bir gün ile sınırlı olmadığını.

Sevgililer Gününüz kutlu olsun. 

 

 

1 Yorum