Maya Cüneyt Türel Sahnesinde ‘BEKLEYİŞ’

“Hiç kimseyi, hiç bir halkı, hiç bir ırkı suçlamadı… İnsanlığı suçladı.”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
9 Aralık 2015 Çarşamba

II. Dünya Savaşı bitmiş… Gidenlerden sağ kalanlar dönmeye başlamış… Bir kadın, sevdiği erkeğin dönmesini bekliyor… Onun  hayatta olup olmadığını bilmeden, umarsızlık, bilinmezlik içinde bekliyor; beklemekten başka bir şey yapamıyor; tüm yaşamı bekleyiş haline geliyor.

Savaşa gideni bekleyen belki ondan da fazla acı çekiyor. Savaşan ya ölür, ya esir düşer ya da kurtulur; ama en azından ne durumda olduğunu bilir. Geride kalan ise ne bugününü ne de yarınını bilmeden, yaşamaya ara vererek sadece bekler…

Kadını seven diğer adam da, onun acılı bekleyişine ortak olurken, aynen kadın gibi, yaşamaya ara vererek beklemektedir.

Bekleyişi sona erdiğinde kadın sevgilisi Daniel ile birlikte, toplama kampından neredeyse ölmek üzereyken dönen kocası Pierre’i karşılayacaktır. Bu kez yeni bir bekleyiş başlayacaktır onlar için. Yaşamla ölüm arasındaki incecik çizgide tutunmaya çalışan Pierre, pes edecek midir, yoksa iyileşecek midir…

‘Bekleyiş’, Zeynep Avcı’nın, yazdığı tek kişilik bir oyun. Marguarite Duras’dan esinlenerek kaleme alınmış ama Duras’ın belirgin bir metninden değil, onun aktarmayı çok iyi bildiği acılardan esinlenmiş. Oyunda kadının adının olmayışı, bu acının Fransa’da kocasını bekleyeninden Cumartesi Annelerine, dünyanın her yerinde ve döneminde kadınların çilesi olduğunun altını çiziyor.

Belki de bir başka bekleyiş de Filiz Kutlar’ınki. Allahtan, uzun zamandır sahnelerden uzak kalan tiyatrocu için bu bekleyiş mutlu bir kavuşmayla sonuçlanmış. Oyunu Sibel Yıldırım Özer ile birlikte, Fazıl Say’ın olağanüstü müziklerinin de desteğiyle yöneten Filiz Kutlar, tüm acılarıyla, özlemleriyle, bekleyenlerin simgesi hâline gelmiş olan bu kadını canlandırmanın ötesine taşıyarak yaşadı.

İnsanın boğazına bir düğüm atan, iliklerine kadar sarsan, izlendikten sonra öyle kolay unutulmayacak tokat gibi bir 50 dakika. Mutlaka görülmeli…

 

Yüksek doz yaşam sevinci ‘L’arpeggiata’

Özellikle 17.yüzyıldan itibaren neredeyse unutulan eserlere hayat vermek ve kendine has yorumlar üretmek amacıyla 2000 yılında erken dönem klasik müzik uzmanı Christina Pulhar tarafından kurulmuş olan ‘L’Arpeggiata’ enstrümantal doğaçlamaları ve geleneksel müzikten ilham alan farklı vokal yorumlarıyla geniş bir izleyici kitlesine hitap ediyor.

İstanbul dinleyicisinin tanıdığı topluluk, kendini barok müzikle sınırlamayarak değişik dallarda müzikal araştırmalarla, Philippe Jarousky, Nuria Rial, Lucilla Galeazzi gibi farklı konuk sanatçılar eşliğinde barokla geleneksel müziği beklemedik şekilde birbirine yedirmekte. Örneğin, müthiş keyifli bir fandangonun ardından Philippe Jarousky’li bir ‘Besame mucho’ düeti, L’Arpeggiata izleyicisi için şaşırtıcı sayılmaz.

4 Aralık’ta CRR’deki konserinde topluluk, zaten caza yatkın olan barok müziği cazla harmanlayarak olağanüstü bir senteze ulaştığı son albümleri ‘Music for a While – Henry Purcell Üzerine Doğaçlamalar’ı seslendirdi. Aslına sadık Purcell yorumlarının giderek saksafon, kontrbas ve piyanonun desteğiyle neredeyse bir ‘jam session’a dönüştüğü bu olağanüstü dinletide, vurmalılar irice iki klasik tef ile müthiş bir bateri solo bile çıkardılar.

Konserin en önemli kozları iki solistiydi. Genç ve çekici soprano Céline Sheen, güzel tınılı, hem tizleri hem pesleri güçlü sesiyle Purcell’in şarkılarına ve aryalarına çok etkileyici bir yorum getirdi. Konserin diğer solisti Vincenzo Capezzuto, başlı başına bir fenomen. Dünyanın önemli opera ve bale kurumlarında baş dansçı olarak sahneye çıkan, çok sayıda ödül kazanmış bu genç adamın dans kariyerinin yanı sıra, olağanüstü bir erkek alto sesi var. Sahne hâkimiyeti, rahatlığı ve sevimliliğiyle izleyiciyle hemen sıcak bir iletişimi kuran Capezzuto, ikinci bis olarak Céline Sheen’le birlikte söyledikleri Leonard Cohen’in ‘Hallelujah’sına seyirciyi koro olarak katmayı da başardı.

Ara vermeden 110 dakika süren dinletiden çıkarken etrafıma baktığımda herkesin yüzünde kocaman bir gülümseme gördüm. Ne mutlu Arpeggiata’ya ki, bu sıkıntılı dönemlerde hepimizin için açan, hayatın sanatla nasıl da yaşanmaya değer olduğunu hatırlatan bir armağan sundu bizlere…

CD’si / DVD’si çıktığında mutlaka alın derim. Gelecek sefere canlı olarak izlemeyi ihmâl etmeyin.

Ve de en önemlisi, CRR programlarını yakından takip edin. 15 Aralık’ta aralarında Max Emanuel Cencic’in de bulunduğu ‘Kontrtenorlar Galası’ var. Benden söylemesi.

 

Siyah Beyaz ve Renkli’den ‘Effect/Tesir’

“Mutluluğun maddesi aranıyor!

İnsanın bir kimyası var, hırsın, beklentinin, ıstırabın, aşkın da kimyası var.Peki bu kimya bir hapa sığdırılsa yalnızlaşan insan avutulabilir mi?Kimya insanı, dahası aşkı yaratabilir mi?Yoksa söz konusu insan olduğunda bilim sonu bilinmeyen bir hikaye mi oluverir? Mutluluğun maddesi, aşkın ilacı, yalnızlığın çaresi laboratuvarda bulunabilir mi?

Mutlu, uysal, uyumlu insana bilimsel deneylerle ulaşabilir miyiz? Hangi etken madde kaç doz verilirse insanlığın bunalımını dizginler ya da aşkı körükleyebilir? Aşkı arayan bir deneyin deneği insan olabilir mi?”

SBR (Siyah Beyaz ve Renkli), gerçekleştirilebilir rüyaların çekiminde buluşan gençlerin on yıl önce kurdukları bir oluşum. Kendi tanımları ile, doğrunun yenisi, hazzın delisi, hiyerarşinin çöküşü, sınırın silgisi, paranın azı, coşkunun cümlesi, duvarın balyozu, gerçeğin ta kendisi, farkın bekçisi, çırağın ustası, yeninin ilerisi, eskinin yenisi, umudun dirisi, inadın keçisi… Okul yıllarından başlayan arkadaşlıklarla kurdukları bu ‘non hiyerarşik deliler birliği’ni, tüm gerekliliklere rağmen mülkiyet ve unvandan uzak tutma hayaliyle, yapmak istediklerini statü, ego, ast, üst olmadan hayata geçirmeye çalışmışlar. Topluluk elemanları, başka tiyatrolarda, sinema ve dizi sektöründe de çalıştığından on yılda sadece dört oyun sahneye koymuşlar ama bütün çalışmaları izleyicilerin ve eleştirmenlerin dikkatini çekti. Özellikle birkaç yıl önce keyifle izlediğim ‘Annemin Cinayet Listesi’ adlı kara komedi çok beğeni topladı.

Geçen Aralık ayında prömiyerini yapan ‘Effect / Tesir’ 1981’de doğan genç İngiliz yazar Lucy Prebble’nin eseri. İlk gösterimini 2012’de Royal National Theatre’da yapan ve En İyi Oyun dalında Critics’ Circle Award kazanan ‘Effect’ de yazarı gibi taptaze bir oyun. 

İlginçtir, bu metni yapısal olarak alıştığım çağcıl tiyatrodan çok, modern klasiğe daha yakın buldum. Çağcıl olmasına çağcıl, güncel olmasına güncel de daha bir klasik gibi geldi bana. Tabiî ki bunu bir eleştiri olarak değil, genç tiyatroların daha in-yer-face çalışmalarına iyice alışmış biri olarak biraz şaşırtıcı geldiği için düşünüyorum. Metne tek eleştirim fazla uzun olması. Sıkan, kendini tekrarlayan, ‘bitse de kurtulsak’ dedirten bir uzunluk değil ama sanki bütün söyleyeceklerini ara dâhil iki buçuk saatten daha kısa sürede söyleyebilirmiş gibi geldi bana… 

Dilimize Sanem Öge’nin kazandırmış olduğu Tesir, gönüllü (ve de ücretli) kobay olarak katıldıkları, depresyona çözüm arayan bir deneyin ortasında tanışan iki gencin, doktorların tüm denetim mekanizmalarına rağmen büyüyen bir aşk hikâyesi aracılığıyla, günümüz insanının yalnızlığını, giderek mutsuzlaşan toplumu ve insanlığın sorunlarına antidepresanlar aracılığıyla çare bulmayı uman bilimi ve ilaç sektörünü sorguluyor.

Aşkın, beklentinin, acının, mutluluğun, hırsın kimyası kahvaltıdan sonra alınan şeker kaplı bir hapa sığdırılabilir mi? Böyle bir ilaç, yalnızlaşan insanı avutabilir mi? Bilim beynin isyankâr kıvrımlarını ele geçirerek aşkı yaratabilir mi? Mutluluk, uysallık, uyum bilimsel deneylerle laboratuvarda oluşturulabilir mi? Aşkı arayan deneyin deneği insan olabilir mi?

Tesir, bu soruların cevabını ararmış gibi görünürken, aslında psikofarmakolojik ilaçların okul öncesi çocuklara bile verildiği günümüz ‘PROZAC Kuşağı’nın sıkı bir eleştirisini yapıyor. Bir tarafta “depresyona meyilli aklın daha normal bir akıl olduğunu, beynin sağlıklı çalışması için yanlış çalışması gerektiğini” düşünen doktorla “kısa ya da uzun vadede, yarın intihar etmeyi düşünüyorsan bunun önemi yoktur” diyerek hayat kurtardığını iddia eden ilaç mümessili, diğer taraftan giderek ciddileşen aşk ilişkilerinin gerçek mi yoksa plasebo medikasyonun sonucu mu olduğunu sorgulayan iki genç insan var. 

Prebble, olaylara taraf tutmaksızın, hem deneyi yöneten ilaç firmasının, hem de deneklerin açısından, antidepresanları da yargılamadan bakmaya çalışıyor. Finaldeki çözüm bir ‘çare’ değil, teknolojilerin değiştirdiği 21. yüzyıl insanının ‘çaresizliğinin’ ironik bir sonucu. 

Tesir prodüksiyon olarak başarılı bir çalışma. Oyunu yöneten 1986 doğumlu Çağrı Şensoy, hem oyuncularından üst düzey performanslar elde etmiş, hem de sahne aralarındaki ‘es’leri minimale indirgeyen hareketli bir sahne trafiği oluşturmuş. Geçişlerdeki bu akıcılığa, sahne ve ışık tasarımını yüklenen Emir Uğurçağ’ın dekorunun tek elemanı olan dilimli hareketli perdeyle Alican Okan’ın müziğinin katkısı büyük. Uğurçağ’ın bu perdeye ilâveten sadece beş parça mobilya ile yarattığı mekân duygusu özellikle övgüye değer.

Oyunculuklara gelince genç âşıkları canlandıran Salih Bademci ile Güneş Sayın, kimyası uyumlu hoş bir çift oluşturuyorlar. İkilinin giderek çığırından çıkışını tempoyu hiç düşürmeden başarıyla yorumluyorlar.

Metin Yavuzoğlu, başlarda hesapçı ve antipatik görünen karakterini insancıllaştıkça sevimlileştiriyor. Kanımca oyunun en can alıcı repliği de onun: “Ben seni terk ettiğim için depresyona girmedin sen, ben seni depresyonda olduğun için terk ettim.”

Doktor rolüyle Afife Tiyatro Ödülleri’nden Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu ödülüyle dönen

Aslı Yılmaz’ın yorumu karakterin kişisel sorunlarıyla mesleki sorgulamalarını başarıyla dengede tutuyor.

Sonuç: Benim gibi geçen yıl izleyemeyenler kaçırmadılar. Yerleşik mekânı olmayan bütün topluluklar gibi değişik sahnelerde oynuyorlar. Nerede olduklarını bulup seyredin derim.

Hepinize iyi seyirler.