Geçen sezondan önümüzdekine: ‘GUGUK KUŞU’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
17 Eylül 2015 Perşembe

Toplumsal baskılara karşı tavrıyla 1950’lerin Beat Kuşağı’na yakın duran 1935 doğumlu Ken Kesey, ABD’nin beyin hücreleri üzerinde özel etki yaratan ya da sanrıya sebep olan LSD ve Meskalin gibi ilaçlara ait araştırmalarına gönüllü olarak katılarak deneyimlerini yazdıklarına aksettirmesiyle 1960’ların Karşı Kültürünün de önemli bir parçasıdır. 1962’de yazdığı ilk romanı ‘One Flew Over Cucko’s Nest / Guguk Kuşu’ ile büyük ün kazanmış, Milos Forman’ın yönettiği 1975’de tüm zamanların en iyi filmlerinden sinema uyarlaması, kült statüsüne ulaşmıştır. Bir süre akıl hastanesinde çalışmış Kesey’in kişisel deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı roman, baskıcı kurallara uyum sağlamanın insanların sadece fiziksel değil ruhsal özgürlüklerini de tehlikeye attığının etkileyici bir alegorisidir.

Dale Wasserman’ın tiyatro uyarlaması, 2014 Aralık ayından beri Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu tarafından kapalı gişe oynanmış, 30’u aşkın gösteride 18 binin üzerinde seyirciye ulaşmış(mış).

Şakir Gürzumar’ın yönettiği, dramaturjisini Selen Korad Birkiye’nin yaptığı Guguk Kuşu, kalabalık bir oyuncu kadrosuyla sahneleniyor: Oktay Kaynarca (McMurphy), Deniz Uğur (Hemşire Retched), Galip Erdal (Reis Bromden), Tuba Ünsal (Candy), Levent Can (Harding), Kevork Türker (Cheswick), Yiğit Pakmen (Billy), Melda Narin (Hemşire Flinn), Ali Deniz Çelik (Hasta Bakıcı Warren), Gürkan Ezer (Hasta Bakıcı Williams), Onur Kırat (Bombacı Scanlon), Umut Avcı (Martini), Gamze Uçar (Sandra), Dorukhan Kenger (Teknisyen), Engin Demircioğlu (Gececi Turkle), Engin Yüksel (Dr.Spivy), Onur Yenidünya (Ruckly) ve Kayhan Yıldızoğlu (Albay Matterson)

Guguk Kuşu, tecavüzden tutuklanan ve cezaevinde çalışmaktan kurtulmak için deli taklidi yaparak güvenlik önlemleri daha az olan bir akıl hastanesine sevk edilen McMurphy’nin, soğuk tavırlı, suratsız, otoriter Başhemşire Ratched’in yönetimindeki psikotik bozukluklar koğuşuna gelmesiyle başlıyor. Kurallara uymayan, durmaksızın kaçma planları yapan McMurphy, hastalarla farklı bir diyalog kurarak onları Ratched’in keyfi ve baskıcı uygulamalarını sorgulamaya zorluyor. Buna terapilerdeki başına buyruk davranışları ve özgürlüğüne düşkünlüğü eklenince, McMurphy ile Ratched arasında ölümcül bir savaş başlıyor.

Özgürlüğün, neşenin, bireysel gücün baskıcı kurumsallık karşısındaki temsilcisi McMurphy, Reis Bromden’i konuşturmak, finale yakın Billy’nin kekelemesini düzeltmek gibi küçük mucizelerle, gitmeden önce verdiği ‘son yemek’le, finalde kaçacağına kalıp Ratched’in kötücül gücüyle savaşmak için kendini feda etmesiyle bir tür İsa figürüdür. İsa’nın karşısında, otoriteyi, konformizmi, baskıyı, kötülüğü, ölümü temsil eden ruh emici Ratched tabii ki Deccal olacaktır.

Filmdeki suskunluğunun aksine, oyunda romandaki gibi anlatıcı rolünü üstlenen Reis Bromden finalde McMurphy’nin bedenini yok ederek cehennemin kirletemediği ruhunu özgür bıraktıktan sonra, ondan öğrendiklerini yaymak için aziz Petrus gibi dünyaya açılacaktır.

Ken Kesey’in erkekler koğuşunda geçen öyküsünde kadınları aşırı uçlarda iki gruba oturtması da ilginçtir. Birinci grup Hemşire Ratched, Harding’in eşi, Billy’nin ve Şef Bromden’in annelerinin oluşturduğu ‘hadım ediciler’den, diğeri ise, Candy ve Sandy gibi erkeklere zevk vermeyi amaçlayan fahişelerden oluşmaktadır.

Bu prodüksiyonu, geçen sezonda değil, 7 Eylül gecesi hınca hınç dolu Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosunda, Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu’nun 20. yılını kutladığı sezon açılışında izledim. Oyundan önce kısa bir konuşma yapan Kerem Alışık, bir gün öncesine kadar büyük coşkuyla hazırlandıkları kutlama programını Dağlıca’daki Kanlı Pazar’ın ertesinde iptal ettiklerini, ancak, en güçlü ve de öldürmeyen tek silah olan sanatın devam etmesi gerektiğini vurguladı.

Burada bir parantez açarak, güvenlik gerekçesiyle etkinliklerini iptal eden bütün sanatçılara seslenmek isterim. “Yapmayın!” çünkü sanat bilmez ve sanat sevmezler zaten özgürlüğün gerçek sesi olan sanatın susmasını istiyor. Sanata en çok gereksinimimiz olan bu ortamda sizin göze alacağınız bütün tehlikeleri bizlerin de göze almaya ve siz neredeyseniz bizim de orada olmaya hazır olduğumuzu bilin!

Biz dönelim Guguk Kuşu’na. Oyun ilerledikçe, giderek dramatürji ve yorum sorunları ortaya çıkmaya başladı. İki buçuk saati aşkın oyunun ilk saatinin sonunda, Wasserman’dan mı Selen Korad Birkiye’den mi kaynaklandığını bilmediğim bir temposuzluk, bir sarkma, bir uzama başladı. Oyun 30 - 40 dakika kısaltılsa söylemek istenenlerin hiç biri kaybolmaz derim. Sahne trafiğinde de hatalar var. Kavga ve dövüş sahneleri çok yapay, finalde Bromden’in panoyu söküp alarak attığı sahne ise kötü ötesi.

İşlevsel bir dekor tasarlamış olan Şirin Dağtekin’in kostümleri anlaşılır gibi değil. Haydi güvenlik görevi de yapan hasta bakıcıların hapishane gardiyanı giysilerini yönetmenin istediği stilizasyon olarak kabul edelim; Ratched’in pardösü gibi önü açık giydiği beyaz formanın altındaki ipek yakalı, süper mini siyah elbiseyle şık yüksek topuklu ayakkabılar neyin nesi!

Oyunculuklara gelince, özellikle ana karakterlerin yorumları bana fazla ‘tiyatro’ geldi. Reis’in oyunu durduran tiratları, söylediklerinin önemini unutturacak kadar tumturaklı. Oktay Kaynarca ile Deniz Uğur ellerinden geleni yapıyorlar ama Şakir Gürzumar’dan kaynaklandığını düşündüğüm, karakterlerin derinliklerine inemeyiş, alt metinlere ulaşamayış ikisinin de yorumlarını yüzeyde bırakıyor. Sonuçta ilahi ile şeytaninin, ilerici ile statükocunun savaşı, iki inatçı karakterin kısır mücadelesine dönüşüyor. McMurphy’nin bitmez tükenmez sinir bozucu kahkahalarıyla Ratched’in absürt giysisi durumu daha da zorlaştırıyor.

Buna karşın, delilerle orospuların toplu oyunculuğuna diyecek yok. 31 yaşında bâkir Billy’de Yiğit Pakmen özellikle çok iyi. Ama bence en kayda değer en akılda kalan performans,  oyun boyunca sahnede olan Onur Yenidünya’nın,  iki üç küfür dışında hiçbir repliği olmayan Ruckly yorumunu soluk kesici bir mim gösterisine dönüştürmesi.

Sonuç: Devlet Tiyatrosu tarzında çok iddialı, ama çok daha iyi olabilecek orta halli bir yapım. Sağlam bir ekipten orta halli bir yorum izlediğimde her zaman kabahatin yönetmende olduğunu düşünmüşümdür. Bu kez de aynı kanıdayım.

Paris’ten gelen tek kişilik bir oyun  ‘Winston:  Acteur Américain’

80’li yıllarda Miami’de film yapımcısı bir baba ve Fransız bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen, oyunculuk kariyerine ‘Kanun Namına’ ve ‘K2000’ gibi Amerikan dizileriyle başlayan Winston T.L. Carter (Winston Thomas Lawrence Carter), annesi ansızın anayurduna dönmeye karar verdiğinde onun peşinden Fransa’ya gitmiş; bu göç genç çocuğun hassas ruhunu yaralayarak büyük oyunculara yakışır türden derin izler bırakmış… 

Hayatının bundan sonraki bölümünde Fransız gibi yetiştirilen Winston, doğduğu toprakların kültüründen uzak kalmamak adına ‘Zor Ölüm’, ‘Rambo’ ve ‘Predator’ gibi Amerikan sinemasının başyapıtlarını tekrar tekrar izlemeyi ihmal etmeyecektir.

İngiltere’nin Oxford kırsalında, küçük bir üniversitede fizik ve kimya eğitimi alan Winston bir perşembe sabahı uyandığında molekül hızlandırıcılarını bırakıp yeniden ‘Uluslararsı bir oyuncu’ olacaktır.

‘Amerikalı Oyuncu Winston’ sizi bir tiyatro salonunun samimi ortamında 90’lı yılların Amerikan sinemasının tadını çıkarmaya davet ediyor.

Yukarıda mizahi bir dille anlattığı yaşam öyküsü, Winston T.L. Carter’ın yazdığı ve oynadığı tek kişilik oyunun çıkış noktasını oluşturuyor. Amerikalıların dünyayı kurtarmaya çalıştıkları, B tipi vurdulu kırdılı bir aksiyon filmi çevirmekte olan oyuncu, bir yandan bol şamatalı (ve de bol silahlı) filmini çekerken, bir yandan da daldan dala atlayarak izleyicilerle sohbet ediyor ve Amerikan ve Fransız sineması, Amerika’nın keşfi,  Amerikalıların madde bağımlılıkları, ırkçılıkları, silah takıntıları gibi pek çok konuda seyircilerle fikirlerini paylaşıyor.

Müthiş keyifli ve zeki bir eğlencelik olarak başlayan oyun, eleştirel dozunu mizahi tonlamasını hiç kaçırmadan arttırarak gittikçe sertleşiyor. Son zamanlarda Amerikan sinemasında artmakta olan şiddeti, Amerikalıların silahlanma takıntısına bağlaması ve sıradan insanların bu konuya bakış açısını sanırım Charlton Heston’a ait olan o iğrenç “silahlar adam öldürmez, insanlar öldürür” özdeyişiyle açıklaması ürkütücü.

Oyun sonrasında uzunca sohbet etmek fırsatını bulduğumuz 29 yaşındaki genç oyuncu-yazar, kendini hem Amerikalı hem Fransız olarak gördüğünü, ancak kültürel yönden kendini Fransa’ya daha yakın hissettiğini söyledi. Sanırım metnin asıl gücünü de içindeki Amerikalının anlatısını, dışarıdan bakan rasyonel Avrupalı gözüyle eleştirebilmesinde.

Oyuncu Winston, sahneye girer girmez avucunun içine aldığı seyircisini 80 dakika boyunca bir an olsun bile bırakmadan çok etkileyici bir performans sahneliyor.

D22’nin sahnesine 11, 12 ve 13 Eylül tarihlerinde misafir olan gösterinin tek kusuru, Fransızca olarak, üst yazısız sergilenmesi. Frankofon olmayan izleyiciyi dışlayabilecek bu durumu çözmek için, Fransız Kültür Merkeziyle temasa geçerek ileri bir tarihte tekrar İstanbul’a gelerek üst yazılı olarak oynamasını önerdim. Aklı yattı sanırım.

Tekrar gelirse kaçırmayın. Hepinize iyi seyirler.