Suların Altında Bir Zaman Makinesi: Absinthe

Sezonun önemli sergilerinden biri kuşkusuz günümüzün önde gelen, kavramsal sanatın nadir temsilcilerinden biri olan Seza Paker’in Galerist’teki Absinthe (Absent) sergisi. 3 Ekim’e kadar sürecek bu sergiyi, açılışın hemen öncesinde Seza ile birlikte gezdik. Duvarların ötesinde çok yoğun düşünsel ve kavramsal bir çalışmanın, belki de tüm zamanların bükülerek tek ve bütün bir anda var oluşunu konuştuk

Dalia MAYA Sanat
9 Eylül 2015 Çarşamba

Hikâye değil ama fikir bir pasajda başladı. Bugünün İstanbul’unda hâlâ ayakta kalmış ama yüz yıl öncesinde inşa edilmiş bir pasajda… Passage des Petits-Champs. Bugün Galerist’in, üst katındaki bir dairede yerleşik olduğu pasaj burası. Adında olmasa, hatta biri özellikle uyarmasa, pasaj olduğunu fark etmeyebilirsiniz. Zamanında Levantenlerin, Hıristiyanların, az ileride, Pera Palas’ın ötesinde Yahudilerin yaşadığı Pera’da; Mata Hari’nin, Hemingway’in, Agatha Christie’nin ve daha nicelerinin kaldığı Pera Palas’ı, Orient-Express/Doğu Ekspresi ile Avrupa’nın bu son noktasına Vagon-lits ile ayak basan Avrupalıların nefes aldığı bu coğrafyada eskinin tiyatroları, gezinti bahçeleri, sohbetlerinin olduğu yerlerde, bugün trafik gürültüsü, otopark keşmekeşi... Yüz yıl öncesi bugünün duvarlarında yine de küçük izler bırakmışlar.  Yaşam hikâyeleri yok olmuş belki, ama minik izler ve kelimeler duruyor hâlâ. İşte binanın girişinde hâlâ yazılı pasajın ismi. Tıpkı Seza Paker’den dinlediğimiz, Belçikalı yazar ve edebiyat eleştirmeni Bernard Quiriny’nin henüz yayınlanmamış öyküsünde anlattığı gibi. “Bu öyküde kahramana miras olarak bir şato kalıyor. Kahraman şatoya gittiği zaman, görüyor ki, duvarda tablolar yok olmuş. Sadece izleri var. Tabloların yerine duvarda yazılı küçük kelimeler buluyor.  Bu kelimeleri takip ettikçe bir zaman makinesi ile karşılaşıyor. Öykünün başına tutundum bu sergide. Bu zaman makinesine girdiği zaman ilk etapta yüz sene geriye gidebiliyor veya elli sene ileriye gidebiliyor. Fakat her zaman iki metrekare içinde aynı yere varıyor. Zaman değiştirebiliyor ama yer değiştiremiyor. Ve orada yumuşak duvarlar var. Keşke bu duvarlar olmasa diyor.

Ne olurdu duvarlar olmasa? Seza Paker için yumuşak duvarlar yüz yıl öncesinin insanı bir hayal dünyası gerçekliğine taşıyan absinthe’in deliliğinde eriyor. Delilik tıpkı düşüncelerimizin anbean oradan oraya atlaması gibi, belki de bir kuantum sıçraması gibi zamanda ve şimdi mekânda da yer değiştiriyor. Yüz yıl öncesinin Pera’sı ile Paris’te Montparnasse birbirleri ile bütünleşiyor. “Dolayısıyla ben bu öyküden yola çıktım ve yüz sene geriye gittim. Yüz sene geride 1915’teyim, absinthe’teyim, Montparnasse’tayım ve İstanbul’da Rue des Petits Champs sokağındayım. Beynimde ikisi birleşik durumda. Aynı enerjideler çünkü. Burada o dönemde Paris havasında kafeler var. Kafelerin fotoğraflarını buldum. Tiyatro var. Yaşantı Montparnasse’a çok yakın. O enerji iki tarafta aynı yerde duruyor. Elli sene sonraya ilerlediğim zaman da beynimde sadece büyük şehirlerde yaşanan bütün problemlerin yani biriktirdiğimiz problemlerin –mesela buranın otoparkının, kuru temizlemenin, TV binasının yani güncel sorunlarımızın çoğalmasıyla suların yükseldiğini düşünüyorum. Bu problemler sadece Türkiye’nin problemleri değil. Tüm dünyada, megapollerin problemleri. Bu sorunlar devam ettiği süreçte neticede suların yükseldiğini düşünüyorum.” 

Bir arkeolojik kazı yapıyor Absinthe sergisinde Seza Paker. Zaman makinesine binmiş, geçmişte ve gelecekte bir arkeolojik kazı yapıyor.  Geçmiş, Atlantis gibi suyun altına gömülmüş, oysa elli sene sonra bakıldığında, ‘bugün’ de aynı suların altında gömülü olacak. Geçmiş ve gelecek aynı suların altında birleşecek. Öyle bir zaman makinesi ki, zamanlar arası sıçramadan çok tüm zamanları tek zaman haline getiriyor. Geçmişin Pasaj des Petits-Champs’ı, öngörülen renovasyon çalışmalarının ardından bugünün izlerini de taşıyacak şekilde aynı suların altına gömülecek. Seza Paker’in Absinthe sergisi, bu çalışmalar neticesinde öngörülen son sergi olarak bir iz bırakacak.

Neler yok ki, bu izde! Önce ses karşılıyor ziyaretçiyi. Seza Paker’in Hakan Iğsız ile birlikte çalışmasının sonucunda oluşmuş bir zaman makinesi sesleri yer yer suların altından, tüm seri boyunca besliyor izleyiciyi; yönlendiriyor, minik minik verilerle ama dünya tarihinden anlarla düşüncelerin oradan oraya atlaması için bir alan yaratıyor. Sıklıkla rahatsız edici, ara ara ferahlatıcı, sakinleştirici ama mutlaka düşünceyi oradan oraya zıplatan bir labirentte dolaşır gibisiniz. Sesin içinde kaybolur gibi değil de, daha çok sesle bütünleşir gibi, sesin kendisi olur gibi izliyorsunuz. “Baktıkça düşünen, düşündükçe düşüncenin içine girmeye henüz fırsat bulmadan, başka bir düşünceye sıçratan” bir göz, bir yönetici misali… Bir sanatçı olarak tarihe, sanat tarihine, belki de en çok Marcel Duchamps’a selam ediyor Seza Paker. Duchamps’ın Philadelphia Müzesinde sergilenen, koleksiyonerine gönderilirken kırılmış olan ancak sanatçının tamir etmeyi reddettiği ünlü ‘Büyük Cam’ eserine ve yine Duchamps’ın aynı eserin 8-9 yıl boyunca hazırlanması sırasında birikmiş çalışma evraklarını toparladığı Yeşil Kutu’ya gönderme yapıyor.

Galeriyi iki bölüm gibi düşünebiliriz. Bir taraf laboratuar. Diğer taraf birbirinden ayrı ama yine de bir şekilde kenetlenen sessiz çalışmalar. Bunlar gerek Quiriny’nin hikâyesindeki kelimelerle özdeşleşiyor ve her birini oluşturan parçaların bütünlüğünde birbirleriyle konuşuyorlar. Parlak malzemeler günümüzün parıltılı dünyasına işaret ederken aletler, bedensel çalışan insanları çağrıştırıyor.  Her birinde geçmişin zaman çizelgesine işaret eden bir bölüm var. Ve tabii, arşivlerden seçilmiş fotoğraflar, sanatçının geçmiş eserlerinden yeniden dönüştürülen –ki ‘ready made improved-gelişmiş hazır yapıt’  diyor sanatçı bunlara, Absinthe’in yarattığı delilikle bir araya gelen bu, zamanın, göçlerin, yaşamların hep aynı bilgi okyanusu içinde bir olduğuna işaret ediyor. Geçmiş, dünya savaşları, Mısır yakınlarındaki Heraklion kazılarında suların altında bulunan Tanrı Hapi, Pink Floyd, Gezi Parkı, babasının Birinci Dünya Savaşında Akhisar’da Marx Kardeşler fotoğrafının önünde çektirdiği askerlik fotoğrafı, Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sı, yüzyıl önce Fransa ile İsviçre arasında var olan Savoy Devletinin Pera’daki konsolosluk binası, Rue des Petits-Champs üzerindeki tiyatro binası, Hıristiyan mezarlıkları, Donizetti’nin yine Pera’daki Palazzo’sunda yazdığı notalar, Ayasofya’nın elektrik kâğıtları üzerinde bir çalışması ve daha niceleri, hepsi orijinal evrakların sanatçı tarafından geçmişin bugüne aktarılması gibi bir şekilde bilgisayar ortamından geçip dönüşerek, ojeler, farlar ve farklı artık tüketim malzemeleri ile işlenerek düşüncelerimize akıyor. Bugün ve gelecek aynı yerde, aynı şey oluyor sergiyi gezdikçe.

Pasaj, yapısı gereği bir geçiş yeridir. Mekânda ve zamanda bir geçiş yeridir. Oysa aynı anda bütünün bir parçasıdır pasaj. Belki bütünün çatlak yeridir. Bilginin, geçmiş hafızanın ve gelecekten bugüne bakışın zaman perdesinin arasından göz kırpmasıdır izleyene. Tüm bilgi minik minik parçalar halinde katman katman hatırımıza gelir. Yıllar sonra bizler de Atlantis’le aynı suların altında kalmış, ancak geleceğe minik izler bırakmış olacağız. Hafıza eriyecek, çok yerde yok olacak; ancak bazen da bir küçük izin peşinde koşan bir sanatçı, geçmiş izler üzerinden, arşivleri tarayarak Absinthe’in hikâyesini bulacak. Petits-Champs ismindeki bir pasajda başlayan bu sergi öyküsünün kendisi de kim bilir belki bir pasaj olacak bugünden geleceğe. İnsan da bu hayatta bir pasajda değil mi zaten?

 

"Ben bilim kurgu yazan biri değilim. Ben sanatçıyım dolayısıyla sanatçı olarak hareket etmek istediğim yerlere tutunuyorum. Tutunduğum yerler yüz sene geri gittiğimde Rue des Petits-Champs ve Montparnasse ile oradaki bilginin; bugünün durumunun ilerde sular altında kalması.

Şimdi bu kurduğum şey. Birazcık sergiyi kurduğum elemanlar. Kurduğum elemanlardan tabii ki, sanat tarihini taşıyorum buna. Sanatçı olarak ve sanat tarihine taşıdığım zaman o boş, izleri kalmış, olmayan tablolar yerine bir enstalasyon yaptım. Bu enstalasyonu biraz Marcel Duchamps’a ithaf ederek  Duchamps’ın camı yaptığı koleksiyonere yolladığı zaman kırıldığı zaman söylediği kelimeden yola çıktım. O kelime Unfinishedness - bitmemişlik veya bitmemişsizlik. Çok zor tercüme etmek.”

 

 

“Sergi dolaşıp, birine rastlayıp benim başka bir yere aktarabildiğim, onun üzerine konuşup, dolaşıp sonra tekrar geri gelip, tekrar baştan bir tur atıp, başka bir şeye takılıp, tekrar geri gelip, tekrar oradan bir tur atıp koşuşan insanlar da görebileceğin bir yer.”