Türk dostu, cesur film

Çanakkale Savaşı’ndan geri dönemeyen oğullarını aramaya gelen Avustralyalı çiftçinin öyküsünü anlatan ‘Son Umut’ savaşta yaşanan kıyımın bıraktığı travmayı inceliyor. Filmde Russell Crowe, bu kıyıma sevgi, umut ve barışla karşı duran bir babayı canlandırıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
7 Ocak 2015 Çarşamba

Çanakkale Savaşı’ndan geri dönemeyen üç oğlunu aramaya gelen Avustralyalı çiftçinin öyküsü, savaşta yaşanan kıyımın taraflarda bıraktığı travmayı inceliyor. Bu kıyıma sevgi, umut ve barışla karşı duran pozitif ruhlu bir babanın, iki düşman askeriyle kurduğu dostluk, filmde kalbe dokunan bir dille anlatılıyor. İnatçı ve sebatkâr babanın iki Türk askerinin izini sürerken Kuvayı Milliye Saflarına katıldığını görüyoruz. Yabancı bir ülkeye saldıranların işgalci sayıldığını söyleyen film, katı, duygusuz, gururlu İngilizler de hedef tahtasına oturtuyor.

 

‘Son Umut/The Water Diviner’ Türklerin tarafını tutan ilk yabancı film olduğu için beni çok heyecanlandırdı.


 Russell Crowe ilk yönetmenlik denemesini yapan bir sinemacıdan beklenmedik bir olgunlukla yabancı bir ülkeye saldıranların işgalci sayıldıklarının altını çiziyor. ‘Avusturalyalı ve Yeni Zelandalıların, o dönemde o, dönemde altı aylık bir yolculuktan sonra varabilecekleri Osmanlı topraklarında işleri neydi?’ dercesine duyarlı ve insancıl içerikli ‘Son Umut’ dürüst tavırlarıyla övgüyü hak ediyor.

İşgalci güçlere karşı 1915’te ülkelerini savunan Türklerden yana tavır alma cesaretini gösteren film Çanakkale Savaşı’nda yaşanan kıyımın taraflarda bıraktığı travmayı inceleme konusu ediyor.

Film Anadolu’nun içlerine sızıp toprak kazanmayı amaçlayan Yunanlı çetelere karşı da tavır alıyor. Savaştan dönmeyen oğullarını aramak için dünyanın öteki ucundan gelen babaya bürokratik engeller çıkaran katı, duygusuz, gururlu İngilizler de eleştiri oklarının hedefi oluyor.

Film, savaşın yıkıcı etkisini her iki tarafın gözünden daha geniş bir açısıyla anlatmaya başlıyor. Film, Birinci Dünya Savaşı sırasında yıkıcı Çanakkale Savaşı’ndan dört yıl sonrasında bir Avustralyalı çiftçinin savaşta kaybolan üç oğlunun akıbetini öğrenmek için Türkiye’ye gelişi ile başlıyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcının 100.yılı olan 2015’te vizyona girmesiyle önem kazanan ‘Son Umut’un evrensel bir ilgi ile karşılanması kuvvetle muhtemel. Film, savaşı yüceltmediği gibi, hümanist yaklaşımıyla savaşın tahribatını gözlere seren savaş karşıtı bir film. Peter Weir’in ilk önemli uzun metrajlı filmi ‘Gelibolu’dan (1981) 33 yıl sonra ‘Son Umut’ Çanakkale Savaşı’nı yeni bir bakış açısıyla anlatıyor.

Üç oğlunu kaybettiği bir savaşın yıkımına sevgi, umut ve barışla karşı duran pozitif ruhlu bir babanın, iki düşman askeriyle kurduğu dostluk, filmde kalbe dokunan bir dille anlatılıyor.

Türk dostu olarak nitelendirebilecek senaryo, kahve falı, İstanbul’un kartpostal tadındaki görüntüleriyle Türk kültürüne yakın dururken, savaş, tarih, romantizm gibi türleri ustalıkla birleştiriyor.

Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önce, Osmanlı ordusuna  mensup subay ve erler, Cemal Çavuş’un söylediği ‘Hey On Beşli’ türküsünün eşliğinde, Mustafa Kemal için kadeh kaldırırlar. Cem Yılmaz’ın ‘Av Mevsimi’nde söylediği ‘Hayde Gidelum Hayde’ sahnesini akla getiren bu duygulu sekanstan sonra Anzak babanın Kuvayı Milliye saflarına geçtiğini görürüz.

Türk izleyicisine moral veren bu sahne, ‘Son Umut’u sevgi ve bağışlama üzerine etkileyici bir film yapıyor.

Filmin ilk senaryo yazarı eşleri Türk olan Andrew Knight ve Andrew Anastasios gerçek bir hikâyeden esinlemişler. İkili Çanakkale Savaşı’nı yeni bir bakış açısıyla ele alma araştırmasını yaparken, bu savaş sonrasında defin işlerinde çalışan Yüzbaşı Cyril Hughes’un yazdığı bir mektuba ulaşmışlar.

 Mektup yaşlı bir adamın, oğlunun mezarını aramak için Avustralya’dan Gelibolu’ya geldiğinden söz ediyormuş. Anzak askerlerinin Osmanlı topraklarına niye geldiklerini sorgulayan savaş karşıtı bu senaryonun, bütün iyi niyetine rağmen dört dörtlük bir senaryo olduğunu söylemek zor.

İngiliz ve Anzakla,r Osmanlı İmparatorluğu’nu bölüp parçalamak, İstanbul’la Ege’nin yolunu açmak için güçlerini birleştirerek 1915’te Çanakkale’ye çıkartma yaptıklarında karşılarında 7-8 ay direnen Mustafa Kemal’in de katıldığı bir ordu bulmuşlardı.

70 bin şehide mal olmasına rağmen bu direniş ve zafer Türklerin İstiklal Savaşı’ndaki başarısını müjdelemişti. Büyük kayıplar veren Anzaklar, atalarının gömülü olduğu Gelibolu’daki mezarlığı her yıl ziyarete gelirler.

Film üç oğlunu Çanakkale Savaşı’nda kaybeden Avustralyalı çiftçi Joshua Connor’un(Russell Crowe) öyküsünü anlatıyor.

Oğullarının acısına dayanamayıp çareyi intiharda bulan karısının (Jacqueline Mc Kenzie) vasiyeti üzerine, Joshua 1919’da İstanbul’a gelerek oğullarının akıbetini veya mezarlarını bulmak için arayışa geçer.

Toprağın derinliklerindeki suyu bulup çıkarmada uzman olan Joshua, aynı hünerini oğullarını bulmakta gösterebilecek midir?

Savaştan sonra yasak bölge ilan edilen Gelibolu’ya gitmek için işgalci İngiliz yetkililerden gerekli izni alamayan Joshua, İstanbul’da kaldığı otelin sahibesi, kocasını savaşta kaybetmiş Ayşe’nin (Olga Kurylenko) yönlendirmesiyle Gelibolu’ya varır.

İngilizlerin, Anzakların ve Türklerin kendi ölülerinin izini aradığı bu bölgede, Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve yardımcısı Çavuş Cemal (Cem Yılmaz) Joshua’ya yardımcı olurlar.

Sayısız gence mezar olan bir coğrafyada, oğullarının mezarını bulmayı hayatının amacı yapmış, inatçı ve sebatkâr bir yabancının arayışına odaklanan film finalde bizleri Kuvayı Milliye’ye götürüyor.

Hasan ve Cemal’in izini süren Joshua’nın Kuvayı Milliye’ye katıldığını görürüz.

Duygusal bir sinema diliyle anlatılan bu savaş draması romantizmi de ihmal etmiyor. Kocasını kaybeden otel sahibesi ile aynı savaşta çocuklarını kaybeden Avustralyalı çiftçinin kaderleri birleşirken, aralarında bir ilişkinin filizlendiği görülüyor.

Savaş sahnelerindeki görkemli görsellikle savaşın dehşetini hissettirmekte, görüntü yönetmeni Andrew Lesnie, yönetmen Crowe’a destek veriyor. Lesnie ‘King Kong’ ve ‘Yüzüklerin Efendisi’ filmleriyle Oscar ödülü kazanmıştı.

Oyunculara gelince, Russell Crowe bilinen rahatlığıyla inandırıcı bir acılı baba portresi çiziyor. Avustralya Akademi Ödüllerine Erkek Oyuncu dalında aday gösterilen Yılmaz Erdoğan, Cemal Çavuş rolünde Cem Yılmaz, bu film için Türkçe öğrenen Olga Kurylenko rollerinin hakkını veriyorlar.

GLADYATÖR KAMERA ARKASINDA

1964’te Yeni Zellanda’da (Wellington) doğan Russell Crowe dört yaşındayken ailesi Avustralya’ya (Sydney) göç etti. Burada aktör olarak adını duyurduktan sonra Hollywood’a gitti. Ve Curtis Hanson’un Oscar’lık filmi ‘Los Angeles Sırları’ (1997) ile ilk önemli rolünü oynadı.

Michael Mann’ın ‘Köstebek/Insıder’da (1999) Oscar’a aday gösterilen Russell Crowe ertesi yıl Ridley Scott’ın (En iyi Film dahil beş Oscar ödüllü) ‘Gladyatör’ünde (2000) En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ının sahibi oldu.

Kendisini Hollywood’un süperstarları arasına sokan, İngiliz asıllı yönetmen Ridley Scott ile Russell Crowe’un birlikteliği beş filmde devam etti: İyi Bir Yıl/A Good Year’(2005), ‘Amerikan Gangsteri’(2007), ‘Yalanlar Üstüne’(2008) ve Robin Hood’ (2010).

Russell Crowe’u Cannes Film Festivallerinde katıldığı basın toplantılarında birkaç kez izledim. İstanbul’da ‘Son Umut’un basın gösteriminden sonraki, mükemmel organizasyonlu basın konferansında Russell Crowe’u alçak gönüllülüğüyle, açık sözlülüğüyle, mütevazılığıyla, zekâsıyla çok takdir ettim.

Yabancıların yaptığı filmlerde övülmeye alışık olmayan Türk medyasından gelen soruların çoğu Russell Crowe’a teşekkür ile başlıyordu. Avustralyalı aktör bu övgüleri hak etmediğini, gerçekleri dile getirdiğini sık sık tekrarladı. Basın konferansında yanında yer alan filmin diğer oyuncularını (Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Olga Kurylenko) övgülere ortak etmeye çalıştı. Crowe’da süperstar megalomanisini görmeyen basın mensupları, ertesi günkü yazılarında aktörün alçak gönüllülüğünü yazılarına taşıdılar.

Ron Howard’a En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren (En İyi Film dahil) dört Oscar ödüllü ‘Akıl Oyunlar/A Beautiful Mind’ (2001) filminde Russell Crowe, paranoid şizofren, Nobel Ekonomi Ödülü sahibi, dahi matematikçi John Nash rolüyle kariyerinin en başarılı performanslarının birine imza attı. Russell Crowe bu filmle En iyi Erkek Oyuncu dalında Altın Küre ve Bafta ödüllerini kazandı.

Vatandaşı Peter Weir yönetimindeki ‘Dünyanın Uzak Ucu’nda (2003) oynan aktörü, bu yıl Darren Aronofsky’nin epik filmi ‘Nuh’ta izledik.

Hollywood’un ünlü yaratıcılarının yanında aktör olarak çalışırken, her birinden farklı öğretiler edinen Russell Crowe, ‘Son Umut’ ile başlattığı yönetmenlik kariyerinde, Clint Eastwood örneğinde görüldüğü gibi kamera arkasında da başarılı olabileceğini kanıtlıyor.

‘Son Umut’un Avustralya Akademi ödüllerine sekiz dalda aday gösterilmesinden sonra R. Crowe ülkesindeki bir televizyon kanalında:

“100 yıl sonra Çanakkale mitolojisine açıklık getirmeliyiz, ulus olarak olgun davranıp karşıdakilerin öyküsünü de hesaba katmalıyız. Aramızda hiçbir anlaşmazlık olmayan bağımsız bir ülkeyi işgal ettik”  diyerek cesur ve dürüst tavrını sergiledi.

Filmin Künyesi:

‘THE WATER DIVINER’

Sen: Andrew Knight,Andrew Anastasios

Gön: Andrew Lesnie

Müzik: David Hirschfelder

Kurgu: Matt Villa 

Oyun: Russell Crowe,Olga  Kurylenko, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Jai Courtney, Ryan Corr, İsabel Lucas, Salih Kalyon, James Fraser, Ben O Toole