Bir Theaturtle, Richard Jordan Productions Ltd. ve Assembly Rooms Ortak Yapımı: ‘Kafka and Son’

“Çok sevgili baba, geçenlerde bir kez, senden korktuğumu öne sürmemin nedenini sormuştun. Her zaman olduğu gibi, verecek hiçbir cevap bulamadım. Kısmen tam da sana karşı duyduğum bu korku yüzünden, kısmen de bu korkuyu gerekçelendirmek üzere, konuşurken toparlayabileceğimden çok daha fazla ayrıntı gerektiği için…”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
10 Aralık 2014 Çarşamba

TİYATROLARDAN KISA KISA...

Franz Kafka 1919’da, 36 yaşındayken, babasına yaklaşık 50 sayfalık bir mektup yazar. Görünürde nişanlanmasına babasının gösterdiği tepkiye karşı kaleme alınan bu mektup giderek, hâlâ ailesiyle yaşayan çekingen bir Yahudi, önemsiz bir bürokrat ve başarısız bir sanatçı oluşunun sebebi olarak gördüğü baskıcı babası Hermann Kafka ile bir tür hesaplaşmaya dönüşür. Kafka, yukarıdaki cümlelerle başlayan mektubunda babasının çocukluğundan beri üstünde kurduğu alaycı ve ürkütücü tahakkümün onu nasıl ezdiğini, nasıl derinden yaralandığını, nasıl hayatını mahvettiğini anlatır.

Babasına hiçbir zaman söyleyemediklerini, anlatamadıklarını, isyanını, öfkesini ve gizliden gizliye duyduğu ve bastırmaya çalıştığı hayranlığı açığa çıkaran bu mektubu babasına vermesi için annesine yollar. Annesiyse, mektubu kocasına vereceğine oğluna geri gönderir…

Bu metin, Kafka’nın yakın arkadaşı, biyografı, eserlerini dünyanın tanıması gerektiğine inandığından, yazarın yakılmaları vasiyetine rağmen düzenleyip yayınlayan Max Brod sayesinde, ‘Babaya Mektup’ ismiyle kitaplaştırılarak yok olmaktan kurtarılmıştır.

Mark Cassidy’nin, bu mektuptan yola çıkarak Kanadalı oyuncu Alon Nashman’la birlikte yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı, ‘Kafka and Son / Kafka ve Oğlu’ adlı oyun, 2011 Brickenden Ödülleri’nde Üstün Prodüksiyon, 2013 Prag Fringe Festivali Üstün Performans dâhil çok sayıda ödül almış. Avrupa turnesi kapsamında önce Bursa’da, ardından İstanbul ikincikat’ta, son olarak da 19. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nde sahnelendi.

Mektup, bir kişi tarafından sahnede sadece okunmuş olsaydı bile, müthiş güçlü ve etkileyici olurdu. Alon Nashman’ın elindeyse nefes kesici bir gösteriye dönüşmüş. Nashman, siyah tüylerle dolu bir sahnede, ince demir çubuklardan oluşan bir yatak, bir paravan ve sandalye ile masa işlevi de gören iki kafesten oluşan bir dekorda, bazen Franz, bazen da Hermann olarak kendini soluk soluğa izletiyor. Türkçe üst yazı ile İngilizce oynanan etkileyici performansı, oyunculuğu kadar nefis diksiyonu sayesinde, hem gözler hem kulaklar için bir şölen oluşturdu.

Oyun sonrası söyleşide, metni Cassidy’le oyunlaştırırken, tüy kalem olarak da kullanılan, tutmaya yakalamaya çalışırken uçuşarak sahneye kapkara bir halı gibi yayılan siyah tüyleri dekorun elemanı olarak kullanmaya karar verdiklerinde Kafka’nın Çekçe sözlük anlamının ‘blackbird’ (karatavuk veya karakarga) olduğunu bilmediklerini, bunu daha sonra öğrendiklerini anlattı. İlginç değil mi; tuzağa düşmüş, kafese kapatılmış bir kuşun nasıl tek çaresi ötmekse Franz’ın tek çıkış yolu da mektubu yazmak olacaktır.

Nashman, mektuptaki babanın ne kadar gerçek Hermann, ne kadar da Franz’ın algıladığı/tanıdığını sandğı Hermann olduğunun kesin olarak anlaşılamayacağını, bu sebeple de her iki karaktere de aynı mesafede durarak onlara yargılamadan, şefkatle yaklaşmaya çalıştığını ilâve etti. Sohbet kuşak çatışmalarına uzanınca güşümseyerek, on yedi yaşındaki oğlunun kendisini zeka özürlü gördüğünü de söyledi tabii ki...

 

Ekip HayalET - ‘Ben Nereliyim?’

“Anlatacak ne çok şeyimiz birikmiş… Türklerin Almanya’ya işçi olarak gidişinin üzerinden neredeyse yarım asır geçti… Hem Türklerin, hem Almanların cephesinde çok fazla hikâye birikti. Anlatmak için…”

Dünya prömiyerini Almanya’da Zugvögel Festivali’nde yapmış olan ‘Ben Nereliyim?’, bu sezon Beyoğlu Aznavur Pasajı sekizincikat’da seyirciyle buluşuyor. Harun Özer’in kaleminden çıkan oyun, Türklerin Almanya’da yaşadığı hayatlardan hikâyeler anlatıyor.

1960’larda ekonomisi iyice toparlanan ancak iş gücüne ihtiyaç duyan Almanya, İtalya, 

İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın ardından Türkiye’deki insanlara da göç imkânı tanımıştır.

İlk kuşak göçmenlerin amacı yeterli parayı biriktirdikten sonra Türkiye’ye geri dönmekti.

Ancak zorlu alışma sürecine, memleket özlemine, zorlu çalışma şartlarına ve zamanla iyice belirginleşen çifte standartlara rağmen, dilini ve dinini bilmedikleri bu ülkede buldukları yaşam şartları, gurubun çok büyük bir kısmının Türkiye’ye dönmek yerine ailelerini de getirterek Almanya’ya yerleşmesiyle sonuçlanmıştı. Almanya, ABD ve Avustralya’nın aksine kendisini bir ‘göç ülkesi’ olarak görmediğinden, göçmenlerin uyumu için gerekli önlemleri başta almamış ve Almanlardan sonra Almanya’da en çok nüfusa sahip olan Türkler, giderek Almanlardan sonra Almanya’nın en büyük sorunlarından birini oluşturmuşlar.

Özellikle tatillerinde Almanya ile Türkiye arasında gidip gelmelerine rağmen ilk kuşak göçmenler bile giderek her iki ülkede de kendilerini gurbette hissetmeye başlamış, onlardan sonra gelen kuşaklar ve yeni nesil Türkler kendilerine hiçbir zaman tam cevaplayamadıkları aynı soruyu soragelmişlerdir: Ben nereliyim?

Oyunun yönetmeni Ebru Kara, ilk kuşak göçmenlerden Mehmet’in ve ailesinin anlatılarını modern bir meddah gösterisi olarak sahnelemiş. Çok da iyi etmiş. ‘Ben Nereliyim?’ geleneksel tiyatro formlarımızın ‘Cambazın Cenazesi’yle birlikte son yıllarda en iyi kullanıldığı çalışmalardan biri.

Tabii ki bu başarıya uzun boyu, örgülü saçları, şiveden şiveye, karakterden karaktere geçişi, her tiplemesine farklı derinlikler kazandırabilmesiyle ‘meddah’ Evrim Doğan’ın çok büyük katkısı var. Böyle zarif ve güzel bir genç kadının, bir kasket dışında hiçbir aksesuara gerek duymadan, sadece beden dili ve ses tonlamalarıyla gözümüzün önünde işçi Mehmet’e dönüşmesi seyredilmeye değer.

Çok iyi yazılmış, çok iyi sahnelenmiş bir gösteri. Evrim Doğan’ın yorumuyla büyüleyici bir tiyatro şölenine dönüşüyor. 25 Kasım, 9, 23 Aralık 21.00’de sekizincikat’ta; sakın kaçırmayın.

 

Mekân Artı’da 90’larda Lubunya Olmak

Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği tarafından 2012’de yayınlanan ‘80’lerde Lubunya Olmak’, dernek tarafından hazırlanan ‘Sözlü Tarih’ dizisinin ilk kitabıydı. 90’lı yıllara kadar görmezden gelinip yok sayılan LGBT bireylerin, başta 1980 Darbesi olmak üzere, yaşadıkları kötü deneyimler, uğradıkları ayrımcılıklar, o tarihlerdeki yaşamlarını her yönüyle anlatan 9 trans kadının anıları ile okuyucuya aktarıyordu.

Türkiye’de bir LGBT tarihi, LGBT belleği oluşturmak amacıyla başlatılan çalışma, serinin ‘90’larda Lubunya Olmak’ isimli kitabı ile devam ediyor. Bu kez 19 tanıklığın yer aldığı kitapta, LGBT bireylerin ilk kez bir araya gelmeleri ve kendi içlerinde örgütlenmeleri hikâye ediliyor.

Geçtiğimiz sezonda Ufuk Tan Altunkaya, ilk kitaptaki yapılmış söyleşilerden yola çıkarak, anlatılanlarda hiç bir değişikliğe gitmeden, trans bireylerin kendi kelimeleriyle oluşturduğu metni uyarlayarak Mekân Artı’da ‘80’lerde Lubunya Olmak’ adıyla yönetmiş, bir müzikhole taşıdığı öykünün mekân tasarımını da üstlenmişti.

Mekân Artı, yeni tiyatro mevsiminde dizinin izini sürmeye devam ediyor. Ufuk Tan Altunkaya, tasarlayıp yönettiği ‘90’larda Lubunya Olmak’da, ilk oyunda yapmış olduğu gibi yine dönemin tanıklarının anlattıklarından oluşan metinle, lubunyaların 90′ların karmaşası içindeki yaşamlarına, Ülker Sokak olaylarına, gördükleri şiddete ve baskılara odaklanıyor ve ilk örgütlenme denemelerinden ilk onur yürüyüşüne kadar uzanıyor.

Nasıl 90’lar lubunyalar için ilklerin yaşandığı bir dönem olmuşsa ‘90’larda Lubunya Olmak’ da, Ufuk Tan Altunkaya’nın yazarlık serüveninde bir ilk oluşturuyor. Kuşağının en iyi yazarlarından olan, söyleyeceklerini az ve öz bir şekilde aktarmasını bilen ve bugüne kadar 50-55 dakikayı geçen oyun yazmamış olan Ufuk, bu kez 90 dakika süren iki perdelik şarkılı, müzikli, danslı bir oyun yazıp sahnelemiş. Tanıklıklardan çok başarılı bir kolaj yapmış ve 19 yaşlarındaki genç bir eşcinselin ilk deneyimlerinin izini sürerek sağlam bir olay örgüsü oluşturmuş. Lubunyaların traji-komik öyküsü, kimi zaman dört kol çengi, kimi zaman da çekmiş olduklarını aksettiren buruk-acı öykücüklerle seyirciye aktarılıyor. Özellikle iki transın duygu dolu diyalogu ile, gece yarısı ilk kez translarla karşılaşan eşcinselin “kendini evinde hissetmesi” çok etileyici. 90’ların müziklerinin başarıyla kullanıldığı oyunda, bütün oyuncular çok da doğru ve iyi şarkı söylüyorlar.

Siyah perdelerle çevrili boş alanda başlayan oyunda, az sayıda mobilya ile park, hamam, bar, kulüp, yatak odası gibi mekânlar başarıyla oluşturuluyor. Mekân Artı’da oyuncu olarak tanıdığımız birçok genç diyalogsuz olarak oyuna katılıyor ve bulundukları mekânları daha da gerçek kılıyor. ‘Erkek tarafı’ olarak genç eşcinseli Murat Baykan, erkek arkadaşını Sinan Coşkun, ‘kız tarafı’ olarak Didem Topatan, Nilsen Arbaş ve Şebnem Nazlı Karalı bir lezbiyenle iki transı canlandırıyor.

Ufuk Tan Altunkaya bu beşliden çok iyi bir performans elde etmiş. Murat, kuşağının en iyi oyuncularından biri. Genç eşcinsele, hiç aşırıya kaçmadan, sıcak ve doğal bir yorumla yaklaşmış. Diğer dördünün ilk kez sahneye çıktıkları inanılır gibi değil. Hepsi de çok iyiler. Sahne dışında çok da şeker bir kız olan Şebnem’in sesiyle duruşuyla oluşturduğu ‘trans’ anlatılır gibi değil.

Hem toplumsal geçmişimizin pek söz edilmemiş bir tarafını tanımak, hem de iyi bir oyun izlemek istiyorsanız sezon boyunca her cumartesi 20.30’da Mekân Artı’da. Cumaları da ‘80’lerde Lubunya Olmak’ tekrar sahneleniyor.  Hepinize iyi seyirler.