Sinema şöleninin ardından...

Festivale damgasını vuran film, ticari sinemalarda sansür tarafından yasaklanan ‘İtiraf/Nymphomaniac’ oldu. Film iki bölüm halinde, on seansta tıklım tıklım salonlarda gösterildi. Yüzde 84’lük bir doluluk oranıyla, festivalin 593 seansını 135.000 seyirci izledi. Açılış Galası’nda yüreklere hitap eden dokunaklı konusuyla ‘Umudun peşinde/Philomena’da, 50 yıl boyunca kayıp oğlunu umutsuzca arayan bir anneyi izledik. Kapanış Galası’nın Altın Lale ödüllü filmi ‘Körlük/Blind’ görme duygusunu kaybeden bir kadın yazarın öyküsüydü. ‘Scola Fellini’yi Anlatıyor’ ve ‘Walesa’ belgesel tadında iki nefis filmdi

Viktor APALAÇİ Sanat
25 Nisan 2014 Cuma

33. İstanbul Film Festivali’nin açılış ve kapanış galalarında gösterilen iki film, şenliğe damgasını vuran filmlerdi. Bunlar İngiliz Stephen Frears’in gerçek bir hayat öyküsünü anlatan ‘Umudun Peşinde/Philomena’ ile uluslararası yarışmanın Altın Lale ödüllü filmi ‘Körlük/Blind’ idi.

Martin Sixsmith’in kayıp oğlunu arayan bir annenin gerçek öyküsünü anlatan ‘The Lost Child of Philomena’ isimli kitabından sinemaya uyarlanan ‘Philomena’ prömiyerini yaptığı son Venedik Film Festivali’nde senaryo yazarları Steve Coogan ile Jeff Pope’a En İyi Uyarlama Senaryo ödülünü getirdi.

Efsanevi aktris Judi Dench dâhil, dört dalda Oscar ödülüne aday gösterilen film, ayrıca dört dalda Bafta’ya, üç dalda da Altın Küre’ye aday olmuştu.

Film, adını 1950’lerin İrlanda’sında,  genç yaşta evlilik dışı hamile kalınca Katolik Kilisesi tarafından Roscrea Manastırı’na yollanan ve çocuğu elinden alınan Philomena Lee’den alıyor. Doğurduğu çocuğun Amerikalı bir aileye evlatlık verildiğinden haberi olmayan Philomena, 50 yıl boyunca çocuğunu umutsuzca aramıştır.

2005 yılında gazeteci Martin Sixsmith ile tanışınca farklı bir boyut kazanan öykü, manastırın kirli sırlarını ortaya çıkarırken Philomena da izini kaybettiği oğlunun hayatına dair birleştirici parçaları toplar.

Stephen Frears duygusal öyküleri anlatmadaki bilinen hüneriyle Philomena’nın hüzünlü arayışını, göz yaşartıcı olduğu kadar güldüren anlarıyla yüreklere hitap eden dokunaklı bir başyapıta dönüştürüyor.

Görkemli oyunculuğuyla etkileyen Judi Dench, Woody Allen’in kendisine ‘Mavi Yasemin’de yazdığı çizgi dışı rolün hakkını veren Cate Blanchett ile Oscar için aynı yıl yarışma talihsizliğini yaşıyor.

Uluslararası yarışmanın ‘Altın Lale’ ödüllü filmi ‘Körlük/Blind’ ilk filmini yapan (ve senaryosunu da yazan) Norveçli Eskil Vogt’un imzasını taşıyor.

Görme duygusunu kaybedince evine kapanan bir kadın yazarın aklını kaybetmemek için gerçekliğe sıkı sıkı sarılma mücadelesini işleyen film, gerilimli olduğu kadar mizah unsurlarını da kullanan bir dram.

Görüntü yönetmenliğini ‘Köpekdişi’nin kameramanlığını yapan Thimios Bakatakis’in üstlendiği ve yalnızca görme değil yazma ve yalnızlık üzerine de bir film olan ‘Körlük’ gerçeküstü atmosferi, seyrek diyalogları ve sürprizli mizahı ile son derece özgün.

Genç sinemacı Vogt bir filmde körlüğü göstermenin zorluğunun üstesinden geliyor.

İKİ GÖRKEMLİ BELGESEL

Nazi Almanya’sında geçen konusuyla, Brian Percival’in ‘Kitap Hırsızı/The Book Thief’ komünist annesinden ayrılmak zorunda bırakılan ve başka bir aileye evlatlık verilen Liesel’in yaşadıklarını perdeye taşıyor.

Annesinin çamaşırlarını yıkadığı Alman komutanın evinden kitap çalarak kendine büyülü bir dünya kuran genç bir kızın büyüme öyküsü, dönemin trajedileri eşliğinde anlatılıyor.

Ülkede kitaplar yakılırken, okumaya merak salan küçük kızın hayatı, sevecen babası (Geoffrey Rush), becerikli annesi (Emily Watson), eski aile dostları Yahudi Max’ı evlerine saklamaya karar verdiğinde bir kez daha değişiyor.

Savaşın gölgesinde sürekli ölümle dans eden fakir insanların hayatına odaklanan filmde küçük oyuncu Sophie Nélisse harikalar yaratıyor.

Belgesel tadındaki iki film ‘Scola Fellini’yi Anlatıyor/Scola Racconta Fellini’ ve Polonya sinemasının medarı iftiharı Andrej Wajda’nın ‘Walesa’sı 33. Festivalde izlediğim en iyi beş film arasındaydı.

Kendisi de emsalsiz bir yönetmen olan Ettore Scola’nın 1950’li yıllarda daha 16 yaşındayken Fellini ile tanışmak ve dostluk kurma şerefine erdiğini izlediğimiz belgeselde iki ünlü sinema adamının sanat hayatlarına tesadüfen aynı dergiye yazı yazmakla başladıklarını öğrendik.

Amarcord, La Dolce Vita, 8 ½ gibi unutulmaz filmleriyle günümüzde eşsiz bir usta kabul edilen efsanevi sinemacı Federico Fellini’nin ölümünün yirminci yıldönümüne denk gelen bu film anılar, arşiv fotoğrafları ve yeniden canlandırmaları bir araya getiriyor. Bu arada, senaryoları için ilham kovalayan Fellini’nin Roma’da arabasına fahişeleri, sokak ressamlarını, sıradan insanları alarak, gerçek hayat sahnelerini filmine nasıl taşıdığını da öğrenmiş bulunuyoruz.

Scola ve Fellini gibi iki emsalsiz yaratıcı arasındaki büyüleyici dostluğu sevgiyle anlatan film, ikilinin Marcello Mastroianni gibi ortak dostlarını anarken, beraber çalıştıkları Cinnecitta Stüdyoları’nı anımsatıyor.

Neorealist İtalyan sinemasının dev yapıtlarını anımsatan film, son 15 dakikasında Fellini’nin ölümsüz filmlerinin en görkemli sekanslarını bir araya getirirken, Fellini’nin demirbaş bestekârı Nino Rota’nın unutulmaz müzikleriyle izleyicisini mest ediyor.

Modern Polonya sinemasının babası Andrzej Wajda, daha çok kendi kontrolleri dışında toplumsal veya siyasal olayların kıskacına yakalanmış insanların açmazını aktarır.

‘Kanal’(1956), ‘Küller ve Elmas’(1958), ‘Mermer Adam’(1977), ‘Demir Adam’(1980), gibi başyapıtların sahibi, ‘Dayanışma’yı destekleyen Andrzej Wajda’nın Dayanışma Sendikası’nın lideri Lech Walesa’nın hayatını anlatan bir film yapması şaşırtıcı değil.

Bu yıl İstanbul Film Festivali Polonyalı ustaya ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü layık gördü. 88 yaşındaki yönetmen doktorları müsaade etmediği için İstanbul’a gelemedi. Kapanış Galası için yolladığı mesaj okununca salon alkıştan inledi.

‘Walesa’ belgeseli tek bir insanın dünyayı değiştirebilmesinin mümkün olduğunu gösteriyor. Wajda, memleketlisi ve yakın dostu Walesa’nın özeline ve hatta mahremine kadar girerek bir mütevazı halk kahramanını perdeye taşıyor.

Basit dok işçisi bir elektrik ustası olarak yola çıkan ama günün birinde Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen bu karizmatik liderin geçirdiği inanılmaz dönüşüme ışık tutmaya çalışan film, dönemin arşiv görüntüleriyle destekleniyor.

Bu yıl Polonya’nın Oscar adayı olan filmin ilk gösterimi Venedik Film Festivali’nde yapıldı. Bu çağdaş kahramanlık ve direniş öyküsü bir yandan da o güzel Baltık kenti Gdansk’ta yeni Avrupa’nın ilk izlerini arıyor. Birleşmiş Milletler salonunda arşiv görüntüleriyle Walesa’nın ünlü konuşmasını veren sekans izleyicinin gözyaşı pınarlarını harekete geçiriyor.