DOT’DA MAKAS OYUNLARI II

‘Theatre Uncut / Makas Oyunları’, 2010 yılında İngiltere’de Emma Callander ve Hannah Price tarafından, “seyirciyi dünyada olup bitenler hakkında düşündürmek, tartıştırmak ve tepki vermesini sağlamak amacıyla” tasarlanarak “oyun yazarlarından, mevcut politik durumlara cevaben yepyeni kısa oyunlar yazmalarının” istendiği bir kısa oyun yazım ve okuma projesi

Erdoğan MİTRANİ Sanat
5 Şubat 2014 Çarşamba

DOT’da ‘Makas Oyunları I’ in ardından ‘Makas Oyunları II’ de sahnelenmeye başladı.

‘Makas Oyunları’nı Türkçeye Dot Çeviri Ekibi kazandırmış. Yeşim Bakırküre’nin tasarladığı, farklı seviyelerde renkli plexiglas düzlemlerle onları birleştiren yatay ve düşey metal iskelelerden oluşan, soyut ama her türlü ortamı çağrıştırabilecek işlevsel dekor, bütün ‘Makas Oyunları’na ev sahipliği yapıyor.

‘Theatre Uncut’un bu ikinci serisinde güldürü dozu iyice artarken, eleştiri dozu daha da sertleşiyor. Oyunlar kimi zaman kahkahalarla gülerek izleniyor ama aynen ‘Makas Oyunları I’ de olduğu gibi, çıkınca boğazınıza koca bir yumru oturuveriyor. Ve aynen ilkindeki gibi, sanki oyunların hepsi Türkiye’de geçiyor!

İlk oyun İngiltere’den: Lucy Kirkwood’un yazdığı ‘Housekeeping / Ev Ekonomisi’.

-Denizin tam olarak ne tarafında yüzmek istersiniz?

-Sahile yakın taraf, canım.

-Denizin o tarafı yakın zamanda satıldı. Orası artık özel mülk, doğru kanalları kullanarak yüzme hakkınızı almazsanız kanunları çiğnemiş olursunuz.

Murat Daltaban’ın sahneye koyduğu oyunda bir muhasebeci, boğazına kadar borçlanmış müşterisine her gün yüzdüğü denizin birazını, satmasını öneriyor. Olur mu?  Kapitalizmin göbekli şişman adamını tatmin etmek o kadar kolay mı? Dünyamızda doymak bilmeyen bu yüzsüzün fiyat biçemeyeceği, allayıp pullayıp sattırmayacağı bir şey kalmış mıdır?

Daltaban, muhasebeciyle müşterisini iki beyaz yakalı kadın olarak yorumluyor. Ezgi Bakışkan ve Esin Harvey’e anneanne Deniz Türkali de eşlik ediyor. Yazar Vedat Türkali’nin kızı, yönetmen- senarist Barış Pirhasan’ın ablası, rahmetli Atıf Yılmaz’ın eşi Deniz Türkali, uzunca bir aradan sonra 2011’de tiyatroya döndüğünde, ‘Limonata’da, demansın kıyısında kaybolmamaya çalışan anneye, sanatla yoğrulmuş altmış küsur yılın tüm deneyimlerini bir tek oyunda toplamışçasına kusursuz bir yorum getirmişti. O günden bu yana ‘Altın Ejderha’da olsun, ‘Makas Oyunları’nda olsun 18’liklere taş çıkartan bir enerjiyle, her yaş aldığında biraz daha gençleşerek yorumladığı her karaktere müthiş bir ışıltı katıyor…

-Bak her şeyden kısarım ama ölürüm de rokfor yerine küflü peynir almam. Rokfor hakkımı korumak için gerekirse ölürüm. Rokfor için savaşa giderim. Ha bak, baba olmak istemediğim için değil, baba olmak benim hayalim ama ben rokfor yiyen bir baba olmak istiyorum. Yunanistan’dan Lena Kitsopoulou’nun ‘The Price / Bedel’i, her şeyin-ama gerçekten her şeyin- satın alınabileceği bir süpermarkette geçiyor. Bildik marketlerde bulunabilecek ya da bulunamayacak ne varsa, cebindeki paraya göre, birinci, ikinci kalite ya da az veya çok ‘defolu’ olarak alışveriş arabasına atabileceğiniz bir yer. Pınar Töre, yönettiği oyunda alışveriş yapan çiftin kadınını da oynuyor. Erkek, uzun zamandır özlediğimiz Mert Öner. Kasadaysa Duygum Girginer var. Üçlü, metnin absürd sürrealizmine karşıt, oyunu başarılı bir gerçekçilikle yorumluyor.

‘Makas Oyunları I’de ‘Hassas/Fragile’ oyununu izlemiş olduğumuz İskoçya’lı David Greig’in ‘Dalgety / Köy’ünü yine Murat Daltaban sahneye koyuyor. Edinburgh yakınlarındaki Dalgety köyünde geçen bu iki kişilik oyun, diğerlerinden biraz farklı.

Bu kez sorun ekonomik ya da siyasal olmaktan çok, genel anlamda ‘sistem’in, dayattığı statüler, kurallar ve rütbelerle bizleri nasıl aslında ait olduğumuz doğadan kopardığı.

Belediyeye ait bir arazide toplanıp giysilerinden bile arınarak doğaya dönen bir kabile ile hemen karşılarındaki karakolda konuşlanmış komiserle polisi karşı karşıya getiren ‘Dalgety’,  koşullandırılmış olduğumuz statüko’dan ne yapsak çıkamayışımızın eleştirisi.

Daltaban, mekân düzenlemesinde karakolu merkeze alarak izleyicisini kabileyle özdeşleştiriyor. Ancak seyircinin de statükodan kopamayabileceğini bildiğinden, hınzır bir ‘otosansür’ uygulayarak finalde sahneye çıplak çıkması gereken oyuncusuna (ki ne topluluk olarak DOT’un, ne de bir DOT oyuncusunun bundan çekinmeyeceğini biliyoruz) ten rengi bir body giydirerek çıplaklığını karikatürize bir iki çizgiyle belirginleştirmiş.

Komiserle polisi, sahnede her zaman olağanüstü bir beraberliği olan İbrahim Şahin - Gizem Erdem yorumluyor. Sanırım ki, kimi prodüksiyonda iki erkeğin oynadığı ‘Dalgety’de, çavuşu Gizem’e oynatmak, aralarındaki uyumu ve elektriği çok iyi bilen Daltaban’ın fikri.

İkiliyi izlemek gerçekten de müthiş keyifli!

‘Keyifli’, çivisi çıkmış bir dünyada, siyasi ve ekonomik sorunlarla çalkalanan ülkemizde, tabii ki göreceli bir terim. Karamsarlığın neredeyse kişiliğimizin bir parçası olduğu, doğal olarak tüm sanatlara yansıdığı bu dönemde, her şeye rağmen bir parça iyimser olmak, biraz da yaşamaktan zevk almak için nereye gidelim diyorsanız, adres BeReZe.

BeReZe’de yeniler ve yenilenen eskiler

Tiyatro BeReZe, 2006 yılında Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Tiyatro Bölümü’nde tanışan Erkan Uyanıksoy, Elif Temuçin ve Firuze Engin tarafından kurulmuş.

BeReZe ile ilk kez, Erkan Uyanıksoy ve Elif Temuçin’in Kopenhag’da Gogol öykülerinden uyarladıkları ‘Hikayeden Memurlar’oyunu ile tanışmıştım. Hikâye anlatıcılığıyla fiziksel tiyatronun bir araya getirildiği bu zorlayıcı çalışmada, çıplak bir sahnede, siyah pantolon-bluz giymiş iki genç insan, dekorsuz, kostümsüz ve aksesuarsız, yaş ya da cinsiyet gözetmeksizin karakterden karaktere geçiyorlar, tek veya iki kişiyken kalabalık guruplara dönüşüyorlardı.

Yeni yılda uzun zamandır sahnelemedikleri eski bir oyunlarını yepyeni bir çalışmayla tazelemişler: Amerikalı yazar David Ives’ın ‘Sure Thing / Ne Demek’ ve ‘English Made Simple / Basitleştirilmiş Konuşma Dersleri’oyunlarıyla Elif Temuçin’in bu iki oyun üzerinden yazdığı ‘Öyle Olsun’ dan  oluşan ‘Olsa Olmalı Olabilir.’

Temuçin’in metni, bir kolaj değil, aksine birbirini tamamlayan üç oyunun, iç içe geçerek, birbirinde yoğrularak oluşturduğu başarılı bir sentez.

Elif Temuçin, ‘Olsa Olmalı Olabilir’i yönetirken de hikâye anlatıcılığını esas alıyor. Sahnede yine siyah giymiş iki oyuncu, ‘oyun’ gerçekliğine ve gerçeği ‘oyun’la hikâye etmeye vurgu yaparak, seyircinin gözü önünde farklı karakterlere bürünerek; zamanı eğip bükerek, onunla oynayarak kadın-erkek ilişkilerini farklı olasılıklarıyla araştırıyor; “saadet”e veya “çıkmaz sokak”a çıkan yolları keşfetmeye çalışıyor. İlişkinin oluşumunu, olasılıklarını ve çözülüşünü sahnelerken, oyundan oyuna, olaydan olaya, karakterden karaktere geçişleri parlak bir buluşla, basit bir aksesuarı, bir ‘zil’i, müthiş yaratıcılıkla kullanarak çözümlüyor.

Gerçek yaşamdaki eşi Erkan Uyanıksoy’la sahnede oluşturduğu birliktelikse olağanüstü. Erkan’ın nasıl üst düzey bir oyuncu olduğunu, ‘Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler’ ve  ‘On İkinci Gece’den biliyordum. ‘Fil’ ve  ‘Olsa Olmalı Olabilir’le Elif’in de nasıl bir fenomen olduğunu bir kez daha keşfettim. Oyunu beraber izlediğimiz arkadaşımın dediği gibi, kızın elini ayağını bağlayıp ağzına bir de flaster yapıştırsan fark etmez, sadece gözleriyle bile oynar.

BeReZe, sekizincikat’ta ‘Olsa Olmalı Olabilir’i sahnelerken, ‘Fil’ de ikincikat-karaköy’de  izleyici karşısına çıkmaya devam ediyor. Erkan Uyanıksoy ve Elif Temuçin, fantastik öğeler içeren bu nefis masalı, fiziksel tiyatrodan pantomime esintiler içeren müthiş bir birliktelikle anlatıyorlar.

Yepyeni oyunları, BeReZe kadınlarının (Firuze Engin, Bilge Gültürk - dönüşümlü olarak Melda Tuzluca, Sena Taşkapılıoğlu Kornhauser ve Elif Temuçin) ‘Kırmızı Ayakkabılar’ masalından yola çıkarak ortaklaşa yazdığı ve Erkan Uyanıksoy’un yönetmenliğinde başarılı bir topluluk oyunuyla izleyiciye aktardığı  ‘Kırmızı Ayakkabılı Kadınlar’ da sekizincikat’ta.

‘Kırmızı Ayakkabılar’, (hangisinin daha psikopat olduğuna hiçbir zaman karar verememiş olduğum) Andersen’in ve Grimm Kardeşler’in bayıldığı türden korkunç bir öykü.

Ancak biz, kadınlar; anlatmasak delirecektik! diyen BeReZe’nin kadınları, masalın her bir bölümünü, kimi zaman kendi isimlerini de kullanıp yaşadıkları ya da yaşamayı hayal ettiklerini katarak kendilerine göre yorumluyorlar. Evde, sokakta, 5 çayında, kilisede güçlüsünden, zayıfına bütün ‘kadınlık halleri’ni müthiş bir keyifle anlatıyorlar. Özellikle finalde, Elif Temuçin’in anlattığı düşsel İstanbul bölümü, bu düşü gençliğinde yaşamış biri olarak beni çok duygulandırdı.

Sonuç olarak, yukarıda da belirtmiş olduğum gibi, karamsarlığı kenara bırakıp biraz yaşam sevinci tatmak istiyorsanız mutlaka BeReZe’nin bir oyununu izleyin. Hele genç kuşağı tiyatroyla tanıştırmak istiyorsanız, on yaş ve üstü çocuğunuz ya da torununuz varsa, onları da götürün. Sanmayın ki sudan eğlencelikler sahneliyorlar. Değindikleri konular çok ciddi ama o kadar sevimli ve o kadar keyifliler ki, içiniz açılıyor.

Hepinize iyi seyirler dilerim.