Kendinize bir ‘İniş İzni’ verin!

Genç sanatçı İdil İlkin’in ilk kişisel sergisi için Galerist’teyiz bu hafta. Bir taraftan büyük ebatlı foto kolajlarının görsel, düşünsel, hazsal akışına bırakırken kendimizi, bir yandan da sanatçıya kulak veriyoruz

Dalia MAYA Sanat
2 Ocak 2014 Perşembe

Yaşam çağrısı hep içimizde. O yüzden umut hep var.  Yaşam, güzelliklerinin yanı sıra, ne denli acılarla dolu olsa da, ne denli içimiz acısa, zorlu dağların altında ezildiğimizi hissetsek ya da karanlık kuyuların derinlerinde süründüğümüzü sansak da,  bir gün güneş doğar umudu ile çırpınır durur insanoğlu.  Güneş elbet doğmakta her gecenin sabahında. Ancak kolay değildir o güneşi görebilmek karanlık gecelerin sonsuzluğunda… Beynimizde öğrenilmiş korkuların yönlendirdiği kurguların tüm dehşet verici ve bizi bastıran karanlık, bazen kara mizahi sesinin şiddetli etkilerine rağmen, yaşam çağrısı kimi zaman içimizi kıpır kıpır ettiren bir müzikle, kimi zaman nefessiz kalırcasına boğulduğumuzu hissettiren bir güçsüzlükle de olsa içimizde her daim onu dinlememizi bekler.

Şiddet her toplumda var. Açık açık görülmese de var. Toplumun bir bütünlük içinde beraberce yaşayabilmesi amacıyla oluşturulan sesli ya da sessiz kurallar, kodlar, an geliyor buna uyum sağlayamayan bireylerin yaşamlarına, ruhlarına bir mütecaviz misali şiddetli bir şekilde saldırıyor.  Yaratıcı yanı gelişmiş bireyler, sanatları yoluyla tepki gösteriyor bu duruma.  Sanatın bu anlamda sağaltıcı bir yanı da var sanırım.

İdil İlkin’in Galerist’te açılan ‘İniş İzni’ sergisinde girdiğimiz zifiri karanlık odadaki ses bandının bana düşündürdükleri bunlar. Odaya girip de perdesini layıkıyla kapattığında banttan duyulan sesin dışında hiç bir harici referans noktası kalmayan izleyici, bir anlamda kendi kendisi ile baş başa kalıyor burada. “Kim alır seni? Diplomalı bir hıyarsın sen. Güzelsin ama narsist olmana rağmen ne kadar güzelsin, kestiremiyorsun. Ben toyum diye ortalarda geziniyorsun! Sen kendine bir avukat tut, ihtiyacın olacak! Sen git kapitalist ekonomilerde hitabet sanatı nasıl olurmuş öğren! Sen de öğrenmiş gibi yap! Senin de kafan lunapark gibi! Senin de karnın olur olmaz yerlerde acıkıyor. Sende aşağılık kompleksi var. Sende yükseklik korkusu. Sende yükseklik sevgisi ve alçak basınç var. Sen bir adet kafa yorgunusun. Sen endişelerini aynı mürekkep balıkları gibi ortalığa saçıp kaçan ödleklere benziyorsun!” Algımızı bir düşünceden diğerine sıçratan bu ses dışarıdan mı geliyor yoksa kişinin kendi yaşamı boyunca beyninde kendi kendine söyleyip durduğu kurgularının bir yansıması mı? Toplumun, aslında her birimizin diğerinin yüzüne söylediği ya da arkasından sürekli düşündüğü, üzerine yapıştırdığı, ardından da kendimizle özdeşleştirdiğimiz ya da kendimizi sakındığımız tüm kurgular orada, üst üste, peş peşe tek sonsuz bir anda havada asılı kalmış... Bizi bize anlatıyor. Ya da biz sandığımızı bize.  İster istemez soruyorum İdil İlkin’e; “peki sen kimsin?”

“Ben kimim? Çok fazla sese maruz kalmış bir kişiyim. İşin adı da SEN .  Herhalde öldükten sonra mı anlayacağız? Anlıyor muyuz ki, biz? Geliyoruz, gidiyoruz...”

Anlamıyoruz değil mi? Etiketliyoruz sadece, ama anlamıyoruz... 

“Bu üstünde durmakla alakalı. Eğer buna dikkatimizi verirsek, belki bir psikanalizden geçiyoruz; ama dikkatimizi vermezsek, ya da bunu sanat yolu ile yapmaya karar verirsek o zaman sanat da bir çeşit psikanaliz oluyor. Saplantılı bir şekilde müze gezen bir insanım. Büyük müzelerden büyük koleksiyonlardan bahsediyorum. Uluslararası galerilere girip çıkıyorum. Bakmak çok önemli. Neticede ben kendimi bir kültür enstrümanı olarak addediyorum. Bu enstrümanlardan bir tanesi olabiliyorsam ne güzel!”

“Şiddet de olsa hayatımızda, arada yumuşamayı yaşamak güzel.  İmaj bombardımanı, polis, çeşit çeşit baskı var üstümüzde. Kültürel verilerin kasten zayıflatılması ve zayıf tutulması, bir insanın elinden çok ucuza bir konsere gitme lüksünün alınması... Çok ağır baskılar bence bunlar.” 

O kadar ağır ki, sonsuz bir anda kıstırılmış bir ruh gibi, bedenin de çıkası yok o karanlık odadan. Tıpkı özel bir çaba göstermeden kendi kurgularımızdan kurtulmak aklımıza gelmediği gibi...

İdil’in yönlendirmesi ile çıkıyoruz karanlıktan aydınlığa. Galerinin diğer odalarındaki organik endüstriyel tasarımlarını inceliyoruz.

“Organik endüstriyel tasarım dememin sebebi,  mesela uçak kuştan esinlenerek üretilmiş bir şey. Bunlar belki dijital işler ama manuel tarafları da var. Evet, asetat üzerine çekip yerleştiriyorum bunları ama sonra bir bilgisayar programında bir fırça yardımıyla dönüştürüyorum. İtki aynı itki: Resim yapma itkisi. O yüzden işin içine bir de bugün girmiş oluyor. 

İngiliz modernizminin en önemli heykeltıraşlarından biri olan ve malzemenin dikte ettiği şeye ve malzemenin özelliklerine çok önem veren Henry Moore’un bir sözü var: “Ben kadına benzeyen bir taş yontmak istemiyorum. Taşa benzeyen bir kadın yapmak istiyorum.” Onun da dediği gibi, malzemenin bana dikte ettiği bir yol var. O yolu izlemek zorundayım.”

Yaşamın her anında binlerce donenin beynimize gelip çarptığı ve ancak bizlerin odaklandığı ya da ilgimizi çeken detayları tekrar tekrar görebildiğimiz gibi; detayların yinelenerek üst üste bindirilmesinden, yaşam gerçeklerini kendi kurgularımıza göre manipüle ederken, kendimize ve topluma uyguladığımız şiddet gibi, bu detayların da dönüştürülerek şiddete maruz kaldığını görüyoruz eserlerde. Ama tüm bu şiddetin içinde, bütüne baktığınızda karanlık ve ışık dengesinin, maddesel bir akışkanlığın yönlendirmesinde insanı götürdüğü neden sonuç ilişkisinin farkındalığında, devamlılığın yarattığı bir sükûnet ve huzur hissini yaşamak mümkün.

İnsanın kendine ve yaşamına bir iniş izin vermesi gibi...  Kurgularından arınıp, gerektiği yerde elbet gereken tepkiyi de dışa vurarak. Tıpkı İdil İlkin’in eserlerindeki ışık -karanlık dengesi gibi.  Özellikle sergideki video yerleştirmesindeki gibi: Işık bir yerlerden çıkıyor. Aslında bir noktada bir yerden birden bire bir ışık çıktığı zaman ortamın durağanlığını bozan bir şeydir. Ama burada öyle bir şey yok. Huzurla, ne resim “sen nereden çıktın?” diye ışığı öteliyor, ne de ışık resmi ötekileştiriyor. İkisi bir arada bir akışkanlık içinde yola devam ediyor.

“Evet, resimlerimde bir çekme ve itme refleksi var. Aynı nefesi alıp çekip belli bir yön ile kurallı bir şekilde, aynı zamanda ekonomik bir şekilde de. Çünkü nefes, şarkı söylerken benzinimiz. Nefesin yetmezse şarkı söyleyemezsin. Ciğerlerin oksijenle dolması gerek. O kafa sesi dediğimiz ses öyle bir ses ki, çıktığında insanların yüzüne çarpıyor. Isı falan değil insan yüzünde sesi hissediyor. Havada asılı kalan bir tarafı var. Hissi ve sezgisi var sesin. Görünmez bir heykel gibi. Sanki başka bir boyutta olsak acayip bir heykel göreceğiz.” 

 Anlamak değil, hissetmek olmalı sergiyi gezerken amaç. Düşünmek üstünde, ama sonunda farkına varmak hissettiklerinin.

“Anlaşılır olmak için sanat yapmıyoruz. Kaldı ki, insanların anlayacağı şeyler yapmak onları aptal yerine koymak zaten. Yani insanlara anda asılı kalıp bir bakmaları için bir platform oluşturmak bence hoş bir davranış.”

İdil İlkin’in sohbetinden bana yansıyanları ve sergisinin beni taşıdığı yerleri aktarmaya çalıştım becerdiğimce. Sizleri nerelere taşıyacağını görmek için kendinize bir ‘İniş İzni’ vermenizi öneririm. Son gün 11 Ocak.

galerist.com.tr