Vadedilmiş bir sergi ve Biri, hiçbiri, binlercesi

Geçtiğimiz günlerde hem Salt Beyoğlu’nda yılların sanatçısı Gülsün Karamustafa’nın ‘Vadedilmiş Bir Sergi’sinin, hem de Salt Galata’nın o muhteşem binasında fotoğraf sanatçısı Elio Montanari’nin ‘Biri, Hiçbiri, Binlercesi’ isimli sergisinin basın toplantılarına katıldım. Biri yılların tanınmış sanatçısı, diğeri ise yıllardır çektiği fotoğrafları ilk defa sergileyen bir usta fotoğrafçı

Dalia MAYA Sanat
31 Ekim 2013 Perşembe

Kimine hüzün mevsimidir hazan, kimine yeniliklerin başlangıcıdır.  Sanat camiası için çılgın bir koşuşturma dönemidir. Okulların açılması, tatil rehavetinden silkinip yoğun çalışma hayatına geçişin dönemidir.  Geçiştir. Ne tam olarak kurtulabilmiştir insan bedeni yazın keyif çatan yavaşlığından, ne tam olarak hazırdır ruhu tüm hızıyla yaklaşan kışın temposuna. O yüzden çılgındır biraz hazan. Ruh yetişmek ister açılışı yapılan tüm sergilere, görmek, hissetmek, deneyimlemek ister her birini ilk elden; beden beceremez aynı anda bir kaç yerde olmayı. Yaşam elverdiğince, gider yine de, gezer, hele bir de gazeteciyse insan, katılır basın sohbetlerine.  Dinler. Dinler ve yazar. Duyduklarını,  gördüklerini algıladıklarını…

 

Vadedilmiş bir sergi

Sanatçının 1972-2012 arasında yaptığı kimi sergilenmiş, kimi hiç sergilenmemiş, kimi sadece yurtdışında sergilenmiş; bu sergi için yeni eşleşmelerde yepyeni anlamlara taşınan, zamanı delip geçen, ekonomik, politik veya sosyo ekonomik bir göç, bir hareket sergisi Vadedilmiş Bir Sergi. Kişisel yaşamı toplumsal yaşamla ister istemez el ele, kol kola ilerlediği bir sanat yolculuğunda, sanatçının geçmişe yapılan arkeolojik kazının sonucunda toparlanıp bir araya getirdiği resim, kolaj, yerleştirme, video yerleştirme çalışmalarından oluşan bir sergi.

Sergiye ismini veren ve 1990’lardan beri bir ikon ustası gibi yaptığı ‘Vadedilmiş Resimler’ serisinden farklı yönleri işaret eden kadın ikon resimleri karşılıyor ilk girişte izleyiciyi. Hüzün mü var bakışlarında? Yoksa umut mu var? Daha çok bu iki duygunun ve belki de endişe gibi daha nicelerinin birbirine karıştığı kendine has bir bakış… Türkiye’de kırsaldan kente göçün etkisiyle 70’li yıllarda başlayıp 80’lerde süren yeni bir kültür anlayışının oluşumunu yansıtan iki ya da üç boyutlu eserler. Her biri ayrı ayrı tek başlarına değerlendirilebileceği gibi, tamamı bir bütün varoluş sorgulamasının ürünü. Göçün bir hareket olarak ele alınması, ama aynı zamanda bir kültür şoku ya da bir kültür karışması içinde arabesk adını verdiğimiz, uzun süre resmi kültür tarafından reddedilip baskılanmış olmasına rağmen zaman içinde kendine kabul edilmiş bir yer edinen melez ve renkli tarzın oluşmasının irdelendiği, yer değiştirmelerin ve sınır geçişlerinin hikâyelerini hatırlatan eserler arasında bir sanat yolculuğu. Sanatçının askeri darbeler sonrasında aktivist olarak politik nedenlerle geçirdiği hapislik dönemlerinin belki de ilk defa sergilenen eserlerinde yansımasına izleyicinin kendi kişisel ve toplumsal yaşamından parçalar da ekleniyor ister istemez. Her geçişte çocukların kıyafetlerine dikilerek gizlenen önemli malzemeler mesela...  Bir vefatın ardından, devlet yetkilisi eşliğinde açılan bir kasada belki de İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra ilk defa gün ışığı gördüğü sırada karşımızda bulduğumuz, içine para gizlenerek dikilmiş bel çantası geldi gözlerimin önüne. Aile içinde hiç konuşulmamış bambaşka bir göç ihtimalinin, bambaşka bir toplumsal gerçeğin ve bambaşka bir yaşamın hatırası idi o gün, ama çıkıp karanlık hafıza albümümden gelip yerleşti benim için serginin başköşesine. Toplumsal gerçekliklerin kimi zaman yadsısak da, kabul etsek de etmesek de, her şekilde bir halkası, parçası olduğumuzu hatta öyle ya da böyle oluşumuna katkıda bulunduğumuzu hatırladım bir kere daha.

Zorunlu göçlerin, yerinden edilmelerin endişesi ile hazırlanmış, kullanılmış ya da kullanılmamış bu yönü bazen bilerek ve isteyerek seçtiğimiz, bazen ise mecburen uymak zorunda olduğumuz ama kabulde ya da değil mutlak suretle zorunlu göçlerin anılarına daldık, sonuçlarını gözlemledik. Kimi zaman endişenin şekle bürünüşü olmuş, kimi zaman yepyeni bir yaşam umudunun simgesine dönüşmüş. Umut değil midir zaten insanı ayakta tutan, tüm yaşanan sıkıntılara rağmen geleceği vadedilmiş kılan? O anlamda ziyaretçinin kolaylıkla yerini değiştirebileceği tekerlekli metal sepetlerin içlerine konmuş yorganlardan oluşan ‘Mistik Nakliye’de olduğu gibi, 40 yıl boyunca üretilen her bir eser de ziyaretçinin elinin, bakışının değmesiyle yepyeni bir anlama taşınmıyor mu her seferinde? Göçler öncesinde ya da sonucunda yaşanan işsizlikler, yersiz yurtsuzluklar, açlıklar, insanın ruhuna işleyen bir yokluklar hissiyatı, ama yine bir sonraki köşede plastik çiçeklerle, çiçekli rengârenk baskılarla insanın yüreğinde canlanan bir yaşam coşkusu. Her ne kadar bazen adab-ı muaşeret kanunları ile sınırlanmış da olsa, bir yaşam anının dile gelmesi. “Vatan doğduğun değil doyduğun yerdir de olduğu gibi sanatçının kişisel tren yolculuklarında neredeyse artık görünmez kalan bir baba elinden zoraki kopuşu gibi, yürekte hissedilen bir kopuştur aynı zamanda göç. Sergiyi gezdikçe düşünmeden edemiyorum. Belki de, illaki coğrafi bir kopuş, bir ayrılma, bir hareketlik değildir göç. Belki de kişinin aynı mekânda durmasına rağmen, ruhunda, düşüncesinde yaşadıklarıyla çevreden farklılaştıkça yaşanmaktadır aslında göç. Hikâyeler de belki bundan kırılgan olmakta. Ne dersiniz?

Sanatçı Gülsün Karamustafa’nın bugüne kadar gerçekleştirilmiş en kapsamlı sergisi niteliğindeki Vadedilmiş bir Sergi, Salt Beyoğlu’nda 26 Aralık’a kadar gezilebilir.  Bu sergiyi gezdiğinizde sanatçının iki ayrı video yerleştirmesini daha izlemek üzere Salt Galata’ya da uğramanızı tavsiye ederim.

 

Biri, Hiçbiri, Binlercesi

Günün ikinci durağı için ilk defa büyük bir sergi ile Türk sanat camiasına hitap eden fotoğrafçı Elio Montanari’nin deklanşöründen duvarlara yansıyan kareleri izlemek üzere Salt Galata’nın muhteşem binasına yol alıyoruz. Montanari, son 30-40 yıldır çektiği fotoğrafların arasından bir seçki ile karşılıyor bizleri. Kendisine kalsa, belki böyle bir sergiyi düşünmeyecekti bile. Oysa “Artık yok olmakta olan analog fotoğrafçılık tekniğine ait eserleri koruma işinin büyük kurumların sorumluluğunda olması gerektiğini” düşünüyor. Sergi fikrinin, Salt Araştırma bölümü sorumlularından November’in, Montanari’nin İstanbul Fener semtindeki arşivindeki yüz binlerce analog fotoğrafı keşfetmesiyle filizlendiğini öğreniyoruz. November, bu fotoğrafların arasından özel bir tema seçiyor: Sergi kurulumunda sanatçıların fotoğrafları. Böylece çeşitli sanatçıların bizzat fiilen bir sergi kuruluşunda neler yaptıklarına, hakiki enerjiyi nasıl oluşturduklarına dair fotoğrafları toparladığı bir sergi oluşuyor: ‘Biri, Hiçbiri, Binlercesi’. Elio, yıllardır sanatçıları sergi kurulum aşamasında fotoğraflıyor. Dünyanın birçok köşesinde ünlü sanatçıların bu anlarını kayda geçmiş. Bitmiş ve izleyiciye açılmış sergiler her daim fotoğraflanıp kataloglara girmiş ama o, asıl serginin oluşum anını merak etmiş hep. Sanatçının sergiyi yaratırken, heyecanını, beğenip beğenmediği anlarını, bazen oturup dinlenmelerini, bazan sinirlenip mekânı terk etmelerini! Hepsini kayda almış.

Fotoğraflara bakarken anın sabitlendiğini düşünürüz hep. Oysa Elio’ya göre bu bir süreç göstergesi. Merak ettik, sorduk, neydi ilk başlangıçta, ortada sergi fikri bile yokken, kendisini bu anları fotoğraflamaya iten dürtüyü: “Doküman. Zira diğer insanların zekâsına ihtiyacımız var. Dolayısıyla dokümanlara ihtiyacımız var. Bu nedenle şunun altını çiziyorum: Fotoğraf nedir? Banal görünebilir. Ama banal değildir. Çünkü önemli olan imaj mıdır yoksa imajın desteği midir? Sanırım ikisinin de önemi var. Fotoğrafın kararsızlığı burada. Ama bizler analog fotoğrafçılığın artık ölü bir teknik olduğu şu dönemde kültürel bir obje olarak bu belgeleri korumak zorundayız.” Düşünmeden edemiyorum, oluşmakta olan sergiler etkileyici bir sanatçı oluşturmuşlar sonuçta. “Çünkü tüm fotoğrafçılar son ürünün fotoğrafını çektiler, ama ben kimsenin yapmadığı bir şeyi çekiyordum. Eğer bir sanat eserinde önemli bir öz varsa, bu özün en başta, üretim esnasında olması gerektiğini düşündüm. Gerçeği arıyorsanız, somut malzemenin özündeki gerçeği arıyorsanız farkına varacağınız nokta, her şeyin her an değiştiği ve hiç bir şeyin statik olmadığıdır. Doğru ya da yanlış zaman yoktur. Anlar vardır. Dolayısıyla sanatçılarla benim çalıştığım şekilde çalışınca, anı değil, ama iki anın arasındaki geçişi, süreci fotoğraflıyorsunuz. Ve süreç fotoğrafta kendisini gerçekleştiriyor. Unutmamalı ki, dünyada her gördüğümüz bir an sonra ölecek.”

Belki tüm o sergiler, tüm o sergilerin, bienallerin oluşum süreçleri zamanın sonsuz takviminde yerlerini alarak bizleri bugüne getirdiler, bizleri oluşturdular. Bir şey ancak onun bize uzaklığını düşündüğümüz kadar uzaktır. Dilediğimizde, düşüncelerimizle yakınlaşabiliriz ve tabii bakışımızla da. Montanari’nin, yaşanan süreçleri ölü bir malzemeye aktarıp o ölü malzemeyi de yaşayan bir tarihsel arşive dönüştürme yolculuğuna eşlik etmek ve sanatın yapım aşamasına yakınlaşmak için 26 Aralık’a kadar vaktiniz var.