Sen ve ben

Avram VENTURA Köşe Yazısı
14 Ağustos 2013 Çarşamba

Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı kitabının 17 Mart gününde, iki profesörün gözlemlerini aktarır:

Karl ve Gudrun Lenkersdorf Almanya’da doğdular ve yaşadılar. 1973 yılında bu ünlü profesörler Meksika’ya gittiler ve Maya Dünyasına, bir Tojolabal kabilesine kendilerini takdim edip şöyle dediler:

- Öğrenmeye geldik.

Yerliler sustu. Kısa bir süre sonra, içlerinden biri sessizliğin sebebini açıkladı:

-Biri bize bunu ilk kez söylüyor.

Gudrun’la Karl yıllarca orada kaldılar. Maya dilinde özneyle nesneyi ayıran bir hiyerarşi olmadığını gördüler. Konuşmalarında, “ben beni içen suyu içiyorum ve ben baktığım her tarafından bakılıyoruz” diyorlardı. Şöyle selamlaşmayı da öğrendiler:

-Ben diğer senim.

-Sen diğer bir bensin.  

Profesörlerin aktardığı Maya dilindeki bu özellik bana neleri çağrıştırmıyor ki... Yakın çevremizdekilerle olan yakınlaşmalardan, kimi mistik öğretilerdeki insanla tanrı arasındaki yaklaşımlara, dostluk ilişkilerine kadar... Her biri üstünde yoğunlaşarak uzun süre konuşabiliriz.

Mevlâna’nın bir dörtlüğünü anımsadım:

Ben bende değil, sende de hem sen, hem ben, 

Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim,

Bir öyle garip hale bugün geldim ki

Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi senim.  

Dostluk ilişkilerinden söz edecek olursak...

Montaigne’in en değerli dostu Étienne de la Boetié’yi, yazarın ünlü Denemeler kitabındaki yazılanlardan tanıyoruz. Aralarındaki bu yakın ilişki için 1588 yılına kadar basılan her kitapta şu tümce geçiyordu: “Onu niçin sevdiğimi öğrenmekte ısrar edecek olursanız, bunu ifade edemem sanıyorum.” 1592’de, ölümünden kısa bir süre önce Montaigne, boşlukta kalan bu sözlerine bir yanıt bulur ve tümcesini şöyle tamamlar: “Onu niçin sevdiğimi öğrenmekte ısrar edecek olursanız, bunu ifade edemem sanıyorum, ancak şunu söyleyebilirim: Çünkü o, o idi; ben de, bendim.”

Montaigne’nin bu açıklamasından bana her iki dostun kendi kişiliklerini koruyarak, birbirlerini sevdiklerini anlıyorum; oysa aynı yazıda, ölümünden sonra söylediği şu sözler de yer alıyor:

“Her işte onun yarısı, ikinci yarısı olmaya o kadar alışmıştım ki, şimdi artık yarım bir varlık gibiyim. Mademki zamansız bir ölüm seni, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün ikimiz birden öldük.”

Bu konuda çok şey söylenebilir; ama yalnızca “sen” ve “ben” kavramları üstünde durarak yeniden düşünelim, diyorum.