SUAT ARIKAN’LA RESİM ve MÜZİK ÜZERİNE…

Galeri Almelek’te müziğin renge büründüğü bir resim sergisi… Ve serginin ardındaki ressam, opera şarkıcısı, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin müdürü ve sanat yönetmeni Suat Arıkan

Dalia MAYA Sanat
30 Ocak 2013 Çarşamba

Üsküdar’a gidiyorum baharı çağrıştıran bir İstanbul gününde.  Güneş yansımakta yol boyunca ağaçların kızıla çalan kuru dallarının arasından. Sahilde insanlar yürüyüşte, gençler top oynamakta. Üsküdar’a gidiyorum. Bugün herşeyi tersinden yapma günüm herhalde. Üsküdar’da İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin sanat yönetmeni ve müdürü; operayı dolayısıyla da İtalyan kültürünü Türk toplumuna tanıtmak için yaptığı çalışmalardan dolayı İtalyan Cumhurbaşkanı’nın elinden aldığı Şövalye Ödüllü opera sanatçısı, konservatuvarda öğretmen, fotoğrafçı ve ressam, çok yönlü insan Suat Arıkan’la görüşeceğim.  Henüz göremediğim sergisi üzerine konuşacağız, müzik konuşacağız pek tabii ki. Ama asıl yaşam dile gelecek sanat üzerinden. Diyorum ya bugün tersinden yapıyorum herşeyi.  Ancak sohbetin ardından gidip görebileceğim, Boğaz’ın karşı yakasında, Bebek’te Almelek Sanat Galerisi’nde, renklerin dans ettiği, müziğin ve sanatın yaşama, yaşamın da resme karıştığı tablolarını. Yol boyunca beynimde yankılanan şarkıya nispet yapar gibi, ‘Üsküdar’a giderken’ değil, ama bu yazıyı kaleme alırken yağacak yağmur İstanbul’a. Bereketini kendinden önce yağdırmış sohbetimize, bana ise o dolu dolu sohbeti bu sayfada ayrılan yere sığdırmaya uğraşma görevini bırakarak…

 Resim ve müzik… Sanatın farklı yönleri. Birbirinden bağımsız gibi görünen, biri kulağa hitab eden, diğeri gözlere yansıyan sanat dalları.  Gerçekten bağımsızlar mı birbirinden, yoksa aslında hepsi bir bütünü mü oluşturmakta?

Bence farklı gibi görünen bu disiplinler aslında temelde aynı.  Malzemeler farklı, ama felsefe aynı. Birinde notalar, sesler kullanılıyor; diğerinde renkler, çizgiler; ya da edebiyatta kelimeler kullanılıyor. Hepsinde kullanılan malzemeler farklı ama aslında her biri temelde bir düşüncenin, bir felsefenin yaratıcılıkla birleşmiş dışa vurum şekli. İster heykel olsun, ister seramik, ister plastik sanatların herhangi bir dalı aynı durum söz konusu. Dansta da aynı şey, beden ve kaslar kullanılıyor, Ama hepsinin içinde bir kalp, bir yürek var. Ve bana göre, edebiyatı çok iyi tanıyan bir insan, iyi bir şair resim de yapabilir. Bir ressam şiir de yazmalı, yazabilir, yazanlar da var zaten sanat tarihinde. Dolayısıyla  edebiyat, resim, müzik birbirinden  ayrılmaz ve birbirlerini besleyen farklı disiplinler.

Tıpkı Halil Gibran’ın ‘Evlilik’ şiirinde dediği gibi diye geçiriyorum içimden  “Unutmayın sazın telleri de yalnızdır ama aynı melodide birlikte titrerler.”

Yetenekten çok, çalışma, ter ve disiplinle döşelidir diyor Suat Arıkan başarıya giden yol için. Özellikle konservatuvara girdiği yıllarda yetenekli çocuklar aranıyordu. Bu işi yapmak için mutlaka yetenek gerekir düşüncesi vardı.

  “Halbuki ben orta okulda resimden de ikmale kaldım, müzikten de. Sonuçta ise, hem müzisyen oldum, hem de resim yapıyorum.”

Buna karşılık  ikisi uygulama anlamında da çok farklı.  Operada kurallar var. Bir makinenin doğru çalışması için tüm parçalarının düzgün işlemesi gibi operada da tüm elemanların kurallara uygun hareket etmesi lazım. Resimde ise öyle değil… 

Suat Arıkan da zaten, herkes akademiye gireceğini beklerken, son anda katıldığı konservatuvar sınavını kazanınca konservatuvarı tercih eder.

“Çünkü resmi nasılsa kendim de yapabilirdim, kendim de öğrenebilirdim. Akademisyen olmayan o kadar çok büyük ressam var ki… Dolayısıyla tek şart değil akademi okumak, okullu olmak. Ama müzikte solfej eğitimi görmeden, çok ciddi müzik eğitimini almadan, alaylılık pek doğru değil. Resim dalında okul bir yol gösterici, bir rehber olarak doğru. Öte yandan okulda zaman zaman yaratıcılığın baskı altına alınıp olumsuz etkilerinin görülebildiği birçok örnek de mevcut”.

 Hâlbuki opera çok daha kuralcı. Bestecinin yönlendirmesine bağlı kalınmak zorunluluğu var...

Besteci de sonuçta meslek kurallarının içinde istediği gibi beste yapabilir. Bir bestecinin kendi döneminde yaptığı armoniler doğru bulunmasa bile ondan 50-100 sene sonra o armoniler başarılı sayılabilir. Aynen Debussy’nin başına geldiği gibi. Debussy’yi okuldan kovdular, reddettiler böyle armoni olmaz diye.  Debussy de onları reddetti. Ama bugün empresyonizm akımının en önemli bestecilerinden biri kabul edilir. Kuralları değiştirebilirsiniz. Ama operada benim üstlendiğim rol, şarkıcılık. Opera denen şey kocaman bir makine. O makinenin bir parçasısın. Özgür olmazsın.

 Resim, müzik, fotoğraf… Aslında insanlar hayatı algılarken kimi daha müzik ağırlıklı algılar. Kimi öncelikle dünyanın renklerini görür. Büyük aşçılar kokuları algılayarak ilerlerler hayatlarında. Sizde bu durum nasıl?

Bazan yaptığım resmin müzikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir konusu bile olsa, gene de müziğin etkisinden kurtulamıyorum galiba. Sergim hakkında yazan Mehmet Ergüven de, Üstün Akmen de müziğin lirizmini görüyorlar resimlerimde, seçtiğim vuruşlarda, renklerde. Bunu bilinçli olarak yapmıyorum. Zaten yapamam da. Bir koku var, müzik kokusu var resmin içinde. Müziğin içinde bir hayatım olduğu ortaya çıkıyor diyorlar. Konu itibariyle zaten çok müziğin içinde. Şu anda sergide olmayan, o kadar çok müzikle ilgili resmim var ki… Kemancılar, orkestracılar, viyolenselciler…  Çünkü yaşamım onun içinde. Kendi yaşamımın içinde yoksa o samimi olmuyor. Yapmış olduğum resimler hep çevremdeki resimler…

 Yaşam coşkusunun dışa yansıması mı resmi oluşturan?

Evet, inanın resim yapamadığım bir gün varsa, o günü yaşamadım sayıyorum. O derece resimle besleniyorum, nefes alıyorum.

 Müzik burada nerede?

Müzik yapmadığım, prova yapmadığım, konser vermediğim, şarkı söylemediğim günler olabiliyor, ama acı çekmiyorum çünkü ne olursa olsun herkesin hayatında bir müzik var. Arabasında, evinde. Bir şey seyrediyor, bir şey dinliyor.  Mutlaka kendisinin söylemesi gerekmiyor ama zaten seslerle kuşatılmış bir ortamda yaşıyoruz.

 Gözlemlediğim kadarıyla, Şimdiye kadarki resimleriniz daha tek renkli, çizgilerle ayrılmış tonlamalarla oluşmuş gibi.  Oysa Almelek’teki bu son serginizde sanki müziğin renklerine bürünmüşler... Tek sesliden çok sesliye geçiş gibi bir durum var sanki…

Güzel bir yorum. Son iki senedir beni çok etkilemiş olan Alman ekspresyonistleri belki resimlerime biraz daha enerji kattılar. Onlarda çok güçlü bir renk etkisi var. Belki de bilinç altımda öyle bir estetik gelişmiş olabilir. Ama mürekkebi de çok seviyorum ve sergide galiba üç tane mürekkep çalışmam da var.

Gerçek Suat Arıkan’ın ortaya çıktığı yer bu durumda resim.

 Operada,  hele İstanbul’un şu anki durumunda, izleyicinin operaya ulaşması oldukça meşakkatli bir çaba gerektiriyor. Bilet için kuyruğa girecek, şansı varsa, 15 dk içinde tükenen biletlerden temin edecek, trafiğin en yoğun olduğu akşam saatinde yollarda olacak, gösteriye gelecek… Oysa resimde bu yok. İzleyici kendine uyan saatte gidip sergiyi gezebiliyor.

Ayrıca katalog da kalıcı bir eser oluyor. Tabii, orijinalle katalog aynı keyfi vermiyor. Karşısında olmak çok daha güçlü bir etki yaratıyor. Avrupa’da müzelerde gezerken çok heyecanlanıyorum. Çok hayran olduğum bir resim ve onun tam karşısındayım, arada kısacık bir mesafe var. Picasso’nun bir resmi ise baktığım, düşünüyorum ki, Picasso da benim durduğum yerde idi. Bu kadar yakındı resme. Bunu düşünmek de çok heyecan verici. Aynı uzaklıktayım.   

Ne yazık ki İstanbul’da bu şansımız daha az. İstanbul Modern gibi, Sabancı gibi özel müzeler önemli sanatçıların eserlerini getiriyorlarsa da, bunlar süreli. Devletin sahip olduğu dünya ressamlarının eserlerinden oluşan bir resim müzemiz yok İstanbul’da ve bu, şehrimiz adına çok büyük bir eksiklik.

 Operayı da kayıtlardan dinlemek mümkün...

 Hiç bir kayıt sahnede izlemenin keyfini vermez. Çünkü kayıtta her seferinde aynı şey oluyor, geri sarıyorsun ve dinliyorsun, gene aynı şey. Oysa canlı temsil öyle değil. Hiç bir temsil birbirinin aynı olmuyor. Hep farklı oluyor. Her akşam ‘La Traviata’yı dinle, her akşam farklı bir detay var.

 

Bu serginizde renk ve ışık etkisinin arttığı bir eğilim var sanki…

Coşku yani değil mi? Bu galiba biraz da özgürlük duygusu ile ilgili.  Şimdi resmin beğenilip beğenilmemesi daha az umurumda.  O özgürlük, bir cesaret ve daha özgün bir resim getiriyor. Bir özgüven var. Operada hep yasalarla iş yapıyoruz. Onun kompleksiyle belki de kendimi daha özgür ifade etme ihtiyacımın bir dışa vurumu olabilir. Çünkü yasalarla, hukuk müşavirleri ile çalıştığım, bir sürü kuralları olan bir bürokratik bir de görevim var.  Sadece sanat yönetmeni değil, aynı zamanda müdürüm ben. Bu görev bende belki bir yıkım yapıyor. Bir başkaldırı oluşuyor; resmin önüne geçince artık zorunluluklar birden ortadan kalkıyor.

 

Resmi de bir kere yapıyor sanatçı ama izleyicinin her bakışında orada başka bir şey bulması da mümkün.

Bir şey de anlatmak zorunda değildir sanat eseri. Şiir mesela, okulda edebiyat derslerinde şiir okurduk, şair ne demek istemiş diye birkaç ders o şiirin anlamı üzerine çalışırdık.  Hem doğru hem de son derece yanlış bir uygulama. Şiirler mutlaka bir şey anlatmak zorunda değil. Senin üzerinde bir etki yaratmalı, aynen soyut resim gibi. Bu resimde şunu anlatmak istedim demek kadar saçma bir şey yok. Hiç bir şey anlatmak zorunda değilsin. Bir lekeler var orada. Ben onu görür görmez kafamda bir şey canlanıyor. İşte eseri güçlü kılan, güzel yapan budur bence.

 Şöyle diyebilir miyiz o zaman? İzleyici de aslında sanat eserini üretmeye devam ediyor.

O da kendi beğenisini, kendi hayal gücünü, birikimini, geçmişini katıyor. Bir roman okurken hayalleri çok güçlü olan bir insan başka türlü bir sahne görür o romanda, hayali hiç olmayan bir insan başka bir şey görür. Onun gördüğü daha fakir, daha zavallı bir sahnedir belki de ama sonuçta o da onundur. Ne kadar çok renklendirebilir, detaylandırabilirseniz, aldığınız keyif o kadar müthiş olur.

Müziğin resme yansımasını izleyip resmin melodisini vuruş vuruş, darbe darbe, renk renk dinleyerek Suat Arıkan’ın yüreğinden yansıyan yaşam coşkusunun keyfine varmak isteyenler için Almelek Galeri’nin kapıları 9 Şubat’a kadar açık.