Babamın cesetleri

“Yaklaştı, yüzlerimiz arasında yirmi santim yok. Nefesi burnumda ve şeytan konuştu. Just watch my friend… Just watch. Kıpırdamadan baktım şeytana, my friend dediği için alçak bir umut doğdu içime. Şeytanın arkadaşıyım ve hayatta kalacağım.”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
9 Ocak 2013 Çarşamba

Bu kez akıllılık edip erken davrandım. Krek’in yeni oyunu ‘Babamın Cesetleri’ başlar başlamaz bilet almayı akıl ettim. Böylece ilk kez bir Krek oyununu başlar başlamaz izlemeyi başardım.

Yazar, yönetmen Berkun Oya, 1998 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünden mezun olmuş. Aynı yıl Ali Atay ile beraber 2010 aralık ayından beri çalışmalarını Santralistanbul içerisinde yer alan Galeri 1’de sürdürmekte olan Krek Tiyatro Topluluğu’nu kurmuş. Kuruluşundan itibaren genel direktörlüğü’nü sürdürdüğü toplulukta hep kendi yazdığı oyunları sahnelemiş. Çoğunun yönetmenliğini de yaptığı bol ödüllü 13 oyun yazmış, tiyatro ve sinema oyunculuğu yapmış, televizyon programları hazırlamış, 2007’de yazıp yönettiği ve kurgusunu yaptığı ‘İyi Seneler Londra’ filmi 2008 Uluslararası Strasbourg Film Festivalinde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo kategorilerinde ödüle aday gösterilmiş ve ona  ‘en iyi yönetmen’ ödülünü getirmiş.

Berkun Oya ile ‘in-yer-ear’ tiyatro

Berkun Oya, tiyatromuzun genç kuşağındaki az sayıda ‘auteur-yönetmen’den biri. On parmağında on marifet bir sanatçı ama, bence herşeyden önce bir yazar, hem de çok iyi bir yazar. Çoğu genç yönetmenimiz seyirci ile oyuncuyu ayıran o ‘dördüncü duvar’ı yıkarak izleyiciyi aktif olarak oyun alanının içine sokan in-yer-face tiyatroya yönelirken Oya, İtalyan Sahnesi için geleneksel formatta iki perdelik oyunlar yazmayı yeğliyor. Üstüne üstlük o ‘dördüncü duvar’ı yıkacağına, sahne ağzını boydan boya cam bir duvarla kapatıyor ve oyunu kulaklıkla izletiyor. Ancak bu biçim, izleyiciyi oyundan koparacağına, düşünülebilenin tam aksine müthiş bir gerçeklik duygusuyla içine alıveriyor. Her şeyden önce, oyuncuların kimi zaman yaslandığı ya da seyirciye arkasını dönebildiği o cam duvar, mekânı tiyatro sahnesi olmaktan çıkarıp gerçek bir odaya dönüştürüyor. Çiftli kulaklık ve çok başarılı bir ses düzeni ile etrafından iyice yalıtılan izleyici, ayak sesleri, sigara yakarken çakmağın çakması, burun çekme ve yutkunma gibi, sinemada ‘foley’cilerin yaratmağa çalıştığı her türlü efekti gerçek olarak algılıyor ve kendini oyunun tam içinde buluveriyor. En arka sıralara ulaşabilmek için geliştirmek zorunda olduğu yapay ‘tiyatro sesi’nden kurtulan oyuncu ise, gerektiğinde bağırarak, gerektiğinde de gerçekten mırıldanarak ve fısıldayarak çok daha doğal bir oyunculuk sergiliyor. Sonuç olarak Berkun Oya’nın gerçekleştirdiği bu in-yer-ear tiyatro, seyirciyi edilgen pozisyonundan çıkarıp daha interaktif bir konuma getirmekte, en azından in-yer-face kadar başarılı oluyor.

Oyunları hakkında önceden hiç bilgi vermeyen Krek, özellikle Güzel Şeyler Bizim Tarafta oyunundan sonra yeni bir olgu yaratmış. İnsanlar Krek’e ne olduğunu dahi bilmeseler bile Berkun Oya’nın yeni oyunu için gidiyorlar. Tabii ki bunda Oya’nın sadece çok iyi bir yazar olmasının değil, özellikle tiyatro yazmayı çok iyi bilmesinin de büyük payı var.

Özelden genele aile ilişkileri

‘Babamın Cesetleri’, babanın ölmekte olduğu bir hastane odasında bir ailenin ilişkilerini

didik didik ediyor. Hastanın yanında iki oğlu ve küçüğün karısı var ama, metin baba-oğul, ağabey-kardeş, karı-koca ilişkilerinin dışına da taşarak baba ile anneden dede ve  toruna kadar uzanıyor. Berkun Oya, özelden genele giderek, savaşların, devrimlerin ve katliamların yenemediği fakat hastalığın öldürmekte olduğu ünlü savaş fotografçısı ‘kahraman’ babanın cesetlerinin öykülerinde, savaşlarla, korkularla, işkencelerle cinayetlerle ve hatta ensestle hesaplaşmayı başarıyor.

Ölüm döşeğindeki bir babanın oğulları ve geçmişiyle hasaplaşmasının anlatıldığı ‘Babamın Cesetleri’ gibi çok katmanlı ama neredeyse ‘olaysız’ bir öyküyü, tempoyu hiç düşürmeden 160 dakika boyunca soluk soluğa izletebilmek kolay iş değil. Oya’nın bu konuda kendine güveni sonsuz. Birinci perdenin ortasına 20 dakikalık bir ‘tirad’ sokmaktan çekinmiyor. Çekinmek bir yana, hasta yatağında monologunu mimiksiz söyleyen baba ile karşısında donup kalarak dinleyen oğlunun neredeyse hiç hareket etmeden oynadıkları bu olağanüstü sahneyi oyunun en can alıcı bölümü yapmayı başarıyor.

Yönetmen Berkun Oya, yazdığı metni büyük bir ustalıkla sahneye uyguluyor. Herşeyden önce, hastane odasını müthiş bir gerçeklikle oluşturuyor. Bu gerçeklik duygusunu sadece başarılı bir mekân oluşturarak değil, birkaç replikle var ettiği  hemşire (Özge Özel) ve doktor (Ulaş Tuna Astepe) karakterleriye pekiştiriyor. Hele hemşirede Özge Özel bir hastaneden fırlayıp gelmiş gibi.

Oya, sırtını güçlü metnine dayayarak iki buçuk saati aşkın oyunu soluk soluğa izletiyor. Oyunun / hesaplaşmanın bütün yükünü taşıyan dört oyuncusuna gelince, başta Şerif Erol, etkileyici sesini ve kusursuz diksiyonunu  minimalist bir oyunculukla bileştirerek çok başarılı bir baba portresi çiziyor. 1963 yılında İzmir, Karşıyaka’da doğan bu tiyatrocu, senarist ve seslendirme sanatçısı oyuncunun babayı yorumlayışı, özellikle Stüdyo Tiyatrosu deneyiminin de desteğiyle, orta kuşak oyuncularında – na yazıktır ki- pek rastlamadığımız yalın ve çağcıl bir yaklaşım.

Sinemadan ve televizyondan çok az tanıdığım Defne Kayalar’ı sahnede ilk kez izledim. Tiyatromuzda son yıllarda yazılmış en derinlikli ve karmaşık kadın karakterlerinden birini, mantık ve sağduyu ile duygusallığı başarı ile harmanlayarak büyük bir doğallıkla canlandırıyor.

Berkun Oya, ağabeyi biraz ezik ve içine kapalı bir karakter olarak düşünmüş. Henüz başaramamış bir yönetmen ama, yazdığı senaryoyu Nuri Ceylan’a önerecek kadar beğenenler de var. Kaan Taşaner’in yorumu bana biraz donuk ve tutuk geldi. Oyunda görünen ve hatta görünmeyen bütün karakterlerle iletişim kurabilirken ağabeye epey uzak kaldım. Tabii ki bu durum, Taşaner’in henüz oyuna ısınamayışından  kaynaklanabileceği gibi, yazar-yönetmenimizin bilinçli olarak karaktere mesafeli bakmasının sonucu da olabilir. Kaan Taşaner’in  bir de diksiyon sorunu var. Geçen yıl “Güzel Şeyler Bizim Tarafta” ile ilgili yazımda Bartu Küçükçağlayan’ın kulaklıklara fazla güvendiğini ve kimi zaman fısıldamanın dozunu kaçırarak bazı repliklerin kaybolmasına sebep olduğunu yazmıştım. Benzer bir durumla Taşaner’de karşılaşınca “acaba kusur bende mi” diye düşünerek oyunu beraberce izlediğim diğer arkadaşlara da sordum. Hepsi de Taşaner’in sözcüklerini gevelediğini, repliklerini yuttuğunu ve söylediklerinin yarısının bile zar zor anlaşılabildiğini söylediler.

Neyse ki Taşaner’in donukluğunu Öner Erkan’ın pırıl pırıl ‘küçük kardeş’ kompozisyonu dengeliyor. Erkan 9 Eylül Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden 2002 yılında mezun olmuş, Bahçeşehir Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmış, Şehir Tiyatroları’nda ve Oyun Atölyesi’nde çalışmış ama biz 1980 İzmir doğumlu bu genç oyuncuyu ilk kez Altın Portakal’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandığı ‘Bornova Bornova filmiyle tanıdık. Peşinden ‘Yalan Dünya adlı dizide canlandırmaya devam ettiği Bora karakteri geldi.

Tiyatroda onu ilk kez ‘Babamın Cesetleri’nde izledim. Ağabeyinin tam karşıtı, dışa dönük,  heyecanlı, kavgacı ama bir o kadar da duygusal ve sevecen bir karakteri canlandırıyor. İçini dökerken ya da tartışıp kavga ederken bağırıp çağırmaktan hatta dizginleri iyice koyvererek ‘fazla’ oynamaktan çekinmiyor. Fakat bu -kontrollu- aşırılığı o kadar büyük bir doğallık ve samimiyetle yapıyor ki, küçük kardeş gerçeklikten hiç kopmadan sahneye ilk girdiğinde seyirciyle oluşturduğu bağı, oyunun sonuna kadar sağlamlaştırarak götürüyor. İş ciddiye binince genç adam  içini dökmekte zorlanmaya başlıyor. Hayatının kadınına onu ne kadar sevdiğini bir türlü söyleyemiyor; ve yaşamının bu en büyük acılarından birini birinci perdenin o olağanüstü final repliğinde dile getirirken, bu trajik çığlık, ağzından sesini hiç yükseltmeden, neredeyse alçak sesle, ama izleyicinin içini acıtarak çıkıyor. 

Öner Erkan tiyatromuz için önümüzdeki yıllarda başka oyunlarda da karşılaşmayı umduğum büyük bir kazanç. “Önümüzdeki yıllarda” diyorum çünkü ‘Babamın Cesetleri’ aynen ‘Güzel Şeyler Bizim Tarafta’ gibi çok konuşulacak ve uzun süre Krek’in repertuarında kalacak bir oyun. Mutlaka izleyin. Şimdilik bir ay sonrasına yer bulunabiliyor. Unutmadan söyleyeyim: ‘Güzel Şeyler...”’de ayda iki kez sahneleniyor. Görmediyseniz şansınızı deneyin. Sanırım Mart ayına yer bulabilirsiniz .

Hepinize iyi seyirler.