kumbaracı50’de 3 + 1

Altıdan Sonra Tiyatro 3 ve 11 Kasım’da, son bölümünü ilk kez geçen yaz İKSV İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelemiş olduğu, Yiğit Sertdemir’in aynı tiyatro mekânında (tabii ki kumbaracı50’de) geçen üç ayrı öyküden oluşan kumbaracı50 üçlemesi’nin tamamını sahneliyor

Erdoğan MİTRANİ Sanat
14 Kasım 2012 Çarşamba

İlk bölüm Gerçek Hayattan Alınmıştır,“Uzun zaman sonra bir araya gelen iki kişi... Bir adam ve annesi... Onarılıp dönüştürülen bir mekân... Yolluk niyetine anlatılan hikâyeler... sırlar ve gerçek üzerine sarsıcı bir oyun...”. İkincisi oyundan sonra geçen “yokuşta saçma bir gece hikayesi”, Barzo ile Konserve. Sonuncusu ise “seyretme üzerine bir seyirlik”, Dertsiz Oyun.

Bir oyundan ötekine, örneğin Gerçek Hayattan Alınmıştır’da “ilerisi için kanıt olması için” yapılan video kaydının “ileride”, yani Barzo ile Konserve’de karşımıza çıkması ya da Konserve’nin kulaklıklı şapkası ile Barzo’nun beyaz çizmelerinin Dertsiz Oyun’a aktarılması gibi şaka yollu göndermeler olsa da, üçlemenin asıl bağlayıcı tutkalı tiyatronun kendisi. Genelde, – klasikten, moderne ve pandomime–  tiyatroyu oluşturan tüm öğelerin kullanılmasıyla ‘tiyatro’; özelde ise, konuttan bozma, kolonlarına ve pencerelerine rağmen – ya da onlar sayesinde– minimal öğelerle anında farklılaştırılabilen, biraz da izleyicinin hayal gücüne güvenilerek dekorsuz ve/veya kostümsüz bile, her türlü düşe açık bir kapıya dönüşebilen kumbaracı50’nin ‘oyun alanı’. 

Gerçek Hayattan Alınmıştır, ünlü tiyatro oyuncusu anne ile oğlunun, gerçekten bir yokuş üzerinde, başka bir işlevden tiyatroya dönüştürülmekte olan bir mekânda, gerçek zamanda ‘gerçek’leşen bir buçuk saatlik hesaplaşması.

Yiğit Sertdemir, üçlemenin bu giriş bölümünü klasik bir trajedi olarak tasarlamış. Oyunda direkt olarak Shakespeare’den söz edilmesi, kadına Lady Macbeth’in ünlü el yıkama sahnesinin oynatılması, güçlü ve bencil anne ile ona hem tapan hem nefret eden oğul ve babanın zehirlenerek ölmesi gibi temaların Gertrude-Hamlet ilişkisine göndermeleri kesinlikle bilinçli. Ancak bende, üçlemenin bu bölümünden çıkarken, bir eksiklik ve tatminsizlik duygusu oluştu. Genç kuşağın en önemli iki üç yazarından biri olan Sertdemir bizi hep çok iyiye alıştırmış olsa gerek, sanırım başkalarında hoşgörü ile karşılayabileceğimiz kimi kusurları onda affedilmez olarak görmeye başladık. Çok sağlam ve gerçekçi bir metinde öykünün trajik boyutunu verirken inandırıcılıktan uzaklaşması, Shakespeare tarzı bir trajediye uygun düşebilir ama, ‘gerçek’ kavramının bu derecede öne çıkarıldığı bir oyunda gerçeğin zedelenmesi bence epey rahatsız edici.

Olağanüstü mekân kullanımı

Oyunu Arif Akkaya sahneye koymuş, Tomris İncer, Yiğit Sertdemir ve Gülhan Kadim’le berber oyunun mekân ve kostüm tasarımını da yapmış.  Kuşağının en yetenekli oyuncularından olan Akkaya, bence fazlasıyla hakkettiği halde, belki de ‘rol kesme’nin iyi oyunculuk sayıldığı bir dönemdeki doğal ve gerçekçi oyunculuğu yüzünden, yeterince tanınmıyor. Kendi hesabıma on yıllar önce oynadığı Sam Shepard’ın Aç Sınıfın Lâneti’ndeki bulimi krizini ömür boyunca unutamam. Birkaç yıl önce sahneye koyduğu ve 2008’de kendisine Afife Jale “Yılın En Başarılı Yönetmeni” ödülünü getiren Jeffrey Hatcher’ın  Bana Bir Picasso Gerek oyununda yönetmenlikte de epey söz sahibi olduğunu kanıtlamıştı. Akkaya’nın mekânı kullanımı olağanüstü. Fuayeyi de yok ederek, aradaki tüm bölmeleri kaldırıp izleyicileri duvarların dibinde tek sıra halinde oturtarak, gerçek bir şantiyeye dönüştürdüğü kumbaracı50’nin tamamını, iki olağanüstü oyuncusuna açmış. Oyun aralarında sohbet ederken boyunluk takan ve geçirmekte olduğu boyun fıtığından epey acı çektiği belli olan Yiğit Sertdemir’i oyun alanında hiç bir şeyi yokmuşçasına koştururken, kavga ederken ya da can çekişirken izlerken insan, ‘sahne büyüsü’nün ne olduğunu bir kez daha anlıyor. Oyunculuğu en azından yazarlığı ve yönetmenliği kadar etkileyici olan Sertdemir’in annesi ise müthiş Tomris İncer! Yılların oyuncusu, Macbeth’in ünlü sahnesini bir zamanların (ve maalesef kimi ödenekli tiyatromuzda hala yapılmakta olan) abartılı oyunculuğuyla neredeyse bir parodi olarak yorumlarken, oyunun geri kalanını günümüzün genç ve modern oyuncularına taş çıkartan bir doğallık ve gerçeklikle götürüyor...

Barzo ile Konserve

Biri öyle biri böyle iki çocukluk arkadaşı… Başlarındaki dertle gecenin bir yarısı bir mekâna gelirler. Kısa sürede çözmeleri gereken sorun beklenmedik bir karşılaşmayla içinden çıkılmaz bir duruma dönüşür.  Gerçeklik, saçmalık, öteki ve beriki üzerine kısa bir kara komedi...

Evet, Gülhan Kadim’in yönettiği Barzo ile Konserve, ilk oyunun aksine bir komedi; hem de benim gibi artık hiç bir şeye gülememekten muzdarip izleyicileri bile bol bol güldürebilen kapkara bir komedi! Bu kez modern tiyatroya ve doğrudan Beckett’e bir gönderme var. Her ne kadar onların Godot’su oyunun sonunda (galiba) geliyorsa da Barzo ile Konserve de Vladimir ve Estragon gibi “bekliyorlar”.

Kadim, hiperaktif Konserve ile durgun ve heyecansız Barzo’yu canlandıran Murat Kapu ve  İsmail Sağır’dan yalnız replikleri ile değil, gözleri, mimikleri ve beden dilleriyle olağanüstü bir yorum elde ediyor. Bu yorumu oyunun sonlarına doğru yazar yönetmen olarak gelen Yaman Ömer Erzurumlu tamamlıyor.

Dertsiz Oyun

Ve geliyoruz üçlemenin Yiğit Sertdemir tarafından yönetilen son halkası Dertsiz Oyun’a.

Kendi ifadeleriyle “Dertsiz Oyun”; seyirci beklentilerinin ve seyrediş halinin nereye evrildiğini, seyredilen“şey”in nereye doğru gittiğini/götürüldüğünü araştıran bir sözsüz oyun. Tiyatronun yüksek ve ideal amacı olan insanı dönüştürmek hedefi nasıl gerçekleşebilir? Bir oyun seyrederken gerçekten bütün seyirciler dönüşürse o oyun ne olur?

Bu kez biz izleyiciler, bir yer gösterici ve 11 seyirciyi (Candan Seda Balaban, Ebru Gözdaşoğlu, Gülhan Kadim, İlyas Odman, İsmail Sağır, Murat Kapu, Onur Tuna, Sabahattin Yakut, Seda Yürük, Selen Şeşen, Sinem Öcalır, Şirin Keskin) oyun izlerken seyrediyoruz. Gerçekçiden gerçeküstüne ve giderek absürd tiyatroya ulaşan Dertsiz Oyun, anlatılması imkânsız ama görülmesi farz olağanüstü bir seyirlik. Oyun sözsüz ama sessiz değil;  Sertdemir’in 12 oyuncusunun nefes alışlarından öksürüklerine oluşturduğu ses tasarımı inanılmaz. Bu sözsüz ve müziksiz ses senfonisini İlyas Odman’ın müthiş koreografisi tamamlıyor.

Dertsiz Oyun son zamanlarda gördüğüm “kusursuza en yakın” gösterilerden biri. Kaçırmayın ama, fırsat bulursanız üçlemenin tamamını mutlaka izleyin derim.

Farkında iseniz bu yazının başlığı 3 +1. Artı bir, geçen Cumartesi üçlemeden önce bir parçası olduğumuz, Altıdan Sonra Tiyatro’nun Alman tiyatro topluluğu Lokstoff! ile birlikte gerçekleştirdiği ortak yapımın İstanbul ayağı, Yokuş Aşağı Emanetler.

Kentsel dönüşüm kapsamında, yaşadıkları mekânların anahtarlarını teslim edip İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalanlarla özdeşleştirilen ve yaşamlarına devam edecekleri yere nakledilmek üzere toplanan seyirciler, kendilerine verilen kulaklıklarla Kumbaracı Yokuşu’nda başlayıp, yokuş aşağı yol alarak Kumbaracı50 sahnesinde sona erecek bir yolculuğa çıkarlar. Yolda, hatırlanmak için hikâyelerini emanet olarak geridekilere bırakan karakterlerin anlatılarına tanık olurlar...

Emanetler

İlk kez gündüz gözüyle sahneledikleri Emanetler’in ardından, şansımıza hem Alman yönetmeni Wilhelm Schneck, hem oyunun Türk yönetmeni Yaman Ömer Erzurumlu, hem de sokakta çok keyifli bir performansını izlediğimiz konuk oyuncu Katrin Hildebrand ile uzun uzun sohbet edebildik. Lokstoff! kurulduğu günden bu yana oyunlarını ofis binaları, belediye, otobüs garajı, tren garı benzeri kamusal alanlarda sergiliyor.  Yaptıkları tam olarak “sokak tiyatrosu” değil; kulaklıklı ve biletli oluşu ile daha çok “sokakta tiyatro”.

Stuttgart’ta Altıdan Sonra oyuncularının da katıldığı Almanca oyunu Mayıs ayında metroda sahnelemişler. Erzurumlu, İstanbul’da o kadar gerçek öykü varken, Stuttgart’taki gibi kurmacaya gerek kalmadığını ve oyundaki bütün hikâyelerin yaşanmış olduğu özellikle söyledi.

“Sofranız Şen Olsun” adlı yemek kitabının yazarı Takuhi Tovmasyan’dan, şiirleri geri dönüşüm işçilerinin dergisi KATIK’da basılan atık kâğıt toplayıcısına, kapısı kaynakla kapatılınca evine pencereye dayadığı merdivenle giren kadından, anahtar toplayıcısının hikâyesine hepsi, ama hepsi gerçek.

Sakin ve yalın bir oyunculukla, bağırıp çağırmadan anlatılan Yokuş Aşağı Emanetler, insanın ta içine işliyor ve izle dikten sonra boğazınızda kolayca çözülemeyen koca bir düğüm bırakıyor. Bana en çok dokunan kolsuz anahtar toplayıcısının piyanist öyküsü oldu. Karakteri oyuncu olarak yorumlayan Yaman Ömer Erzurumlu ‘piyanist’in yurtiçi ve yurtdışında pek çok konserde şeflik yapan, binlerce öğrenci yetiştiren önemli müzik adamı Jiraryr Arslan(yan) olduğunu söyleyip “bu hikâyeyi yıllardır içimde taşıyordum ve bir gün mutlaka anlatmalıydım” dediğinde gözlerim yaşardı.

Sanırım Emanetler, (hava şartlarına bağlı olarak) Kasım sonuna kadar devam ediyor. Mutlaka izlenmeli! Kaçırırsanız ancak havalar düzeldiğinde yani gelecek baharda katılabileceksiniz.

Hepinize iyi seyirler...