31. İstanbul Film Festivali: FRANSA’NIN İKİ HUKUK SKANDALI

220 filmlik zengin programlı 31. İstanbul Film Festivali geride kaldı Fransız adalet istemini yerden yere vuran, izleyiciyi sorunlu adalet sisteminin çarkları arasında ezilen iki masum adamın yolculuğuna götüren iki film 31. Festivale damgasını vurdu.

Viktor APALAÇİ
25 Nisan 2012 Çarşamba

. “Yargısız”da pedofili ile suçlanan, “Ömer Beni Öldürmek”te işlemediği bir cinayet soruşturmasıyla yargısız infaza tabi tutulan iki talihsiz adamın, otobiyografik romanlarından alınan öykülerini izledik. Marjane Satrapi “Azrail’i Beklerken” ile, Dominik Moll “Şeytan’ın Yüzü” ile, Julie Delpy “New York’ta İki Gün” ile, Fransız sinemasının gövde gösterisine katıldılar.

220 filmlik zengin programlı 31. İstanbul Film Festivali geride kaldı

 

Fransız adalet sistemini yerden yere vuran, izleyiciyi sorunlu bir adalet sisteminin çarkları arasında ezilen iki masum adamın, insanı dehşete düşüren yolculuğuna götüren iki film 31. Festival’e damgasını vurdu.

Savaş sonrası Fransız hukukunun en büyük skandallarından birini sinemaya taşıyan Vincent Grenq’in “Yargısız / Presumé Coupable”ı, Outreau’daki sözde pedofili suç örgütünün soruşturma ve dava sürecini anlatıyor. İcra memuru Alain Marecaux’nun yargısız infaz edildiği bu davadaki anılarından uyarlanan film, Grenq tarafından senaryolaştırılmış.

45 yaşındaki yönetmen, bu ikinci uzun metrajlı filminde, bir gece evine yapılan baskında eşiyle birlikte tutuklanan, hakkında yeterli kanıt bulunmamasına karşın, yıllar boyunca mahkeme yüzü görmeden gözaltında tutulan Alain’in, insanın içini acıtan öyküsünü izledik.

Bu süre içinde, insanlarla ilişkileri çıkmaza giren, karısını ve işini kaybeden, açlık grevine girişen, intihara teşebbüs eden, kendisini pedofil olarak görenler tarafından insanlık dışı davranışlarla aşağılanan Alain’in düştüğü durum cehennemden farksızdır. Yönetmen Garenq, belgeselci geçmişine uygun biçimde, bir el kamerasıyla sürekli Alain’i takip etmesiyle filme gerçekçilik katıyor, klostrofobik etkiyi artırıyor. Filmin çekimi boyunca çok etkileyici bir fiziksel değişim geçiren, Alain rolündeki, ünlü karakter oyuncusu Philippe Torreton, filmin inandırıcılığına çok şey katıyor.

Daha çok aktör olarak tanıdığımız 47 yaşındaki Roschdy Zem, senaryosunu yazıp yönettiği “Ömer Beni Öldürmek / Omar M’A Tuer”de Fransız adalet sistemindeki aksaklıkları cesaretle dile getiriyor. Okuma yazma bilmeyen, Fransızcası zayıf olan, Fas göçmeni bahçıvan Ömer Raddad’ın patroniçesi Ghislaine Marchal’ı öldürmekle suçlanmasının ardından, hapishanede yaşadıklarını ve mahkeme sürecini anlatan senaryo, Ömer’in “Niye Ben? / Pourguoi Moi?” odlı otobiyografik romanından alınma.

Delillerin yetersizliğine rağmen, uzun yıllar sonuçlanmayacak bir hukuk sürecini, Ömer’ın avukatı, Carlos’u da savunan ünlü Georges Verges, “Ömer hayatımın tek suçsuz müvekkili” olarak tanımlıyor. Verges’in talebiyle, araştırmacı yazar Vaugrenard’ın (Denis Podalydes yine muhteşem) yazdığı kitap Fransız kamuoyunu sarsıyor.

Raddad’ın hapiste başından geçenleri, meselenin insani boyutlarını gözler önüne sererken, haksız suçlamalar, karartılan deliller, ayak sürüyen yetkililer tam bir hukuk rezaleti portresi çiziyor. Yönetmen Roscdy Zem, ırkçılığın ve ayırımcılığın Fransa için güncel bir sorun olduğunu hatırlatıyor.

Sami Bouajila, son derece inandırıcı bir Ömer portresi çiziyor.

“Yargısız”ın yönetmeni Vincent Garenq, filmini takdim etmek üzere geldiği İstanbul’da, Alain Marécaux’nun anı kitabındaki iddiaların tümünü kontrol ettiğini, doğrulattığını anlattı ve Fransa’da 2006’da bu olayın, yılın en çok konuşulan konusu olduğunu söyledi.

 

UMUTSUZ BİR AŞKIN ÖYKÜSÜ

İran’da doğan, 1994’te yerleştiği Fransa’da çizgi roman ve senaryo yazarlığı-yönetmenlik yapan Marjane Satrapi, ilk filmi “Persopolis” ile Cannes’da Jüri Özel Ödülü (2007) kazandı, Oscar’a aday gösterildi.

Yine Vincent Paronnaud ile birlikte yönettiği “Azrail’i Beklerken / Poulet Aux Prunes”, 1950’lerin İran’ında, hayata küsmüş keman virtüözü Nasser Ali’nin (Mathieu Amalric) yaşama sevincini yitirmesini anlatıyor. Tüm sanatçıları gibi narsist bir karakter olan Nasser Ali’nin masal havasındaki öyküsünü, animasyonla harmanlanarak, keyifli bir seyirlik haline getirilmiş.

Geçtiğimiz aylarda politik sebeplerle çıplak poz verdiğinden memleketine dönmesi yasaklanan güzel Golşifteh Farahani’nin canlandırdığı İrane karakterine aşık olup mutluluğu bir daha yakalayamayan kahramanımıza sevimli çocukları bile yeterli motivasyonu verememektedir. Nasser Ali’nin zorla evlendirildiği ve zamanla çekilmez hale gelen eşini Maria’de Mendeiros canlandırıyor. Aşkı, sanatı ve güzelliği öven filmin diğer oyuncuları İsabella Rosselini ile Chiara Mastroianni.

Kült film haline gelen animasyon “Persopolis”ten sonra, dram, trajedi, aşk, komedi, fantastik türleri harmanlayan “Azrail’i Beklerken” animasyonla gerçek görüntüler arasında gidip geliyor.

Festivale filmini takdim etmek için gelen, özgüveni rahat halleriyle dikkati çeken Marjane Satrapi, bir izleyicinin sorduğu “İran’a girmenize izin var mı?” sorusuna “İran’a girmemde sorun yok, ama oradan dışarı çıkmamı bırakmazlar” dedi.

 

İKİ NEFİS FRANSIZ FİLMİ

“İyiliğinizi İsteyen Bir Dost” başyapıtından tanıdığımız, Almanya doğumlu, 50 yaşındaki Fransız yönetmen Dominik Moll, Gotik yazar Matthew G. Lewis’in romanından uyarlanan “Şeytan’ın Yüzü / Le Moine” ile doğaüstü öğeler içeren dini bir gerilim filmi görüntüsü altında bir ahlak hikâyesi anlatıyor.

Bebekken manastırın kapısına terk edilen, rahipler tarafından yetiştirilen, zamanla ülkenin en ünlü vaizi olan Ambrosio’nun (Vincent Cassel) öyküsü, fantastik ve romantik öğeler eşliğinde anlatılıyor. Ambrosio, manastıra gizemli bir çırağın gelişiyle inançları sarsılacak ve günaha sürüklenecektir.

Dominik Moll kiliseye ciddi eleştiriler getiren bu cesur filmde, mükemmel sinematografisiyle ustalığını kanıtlıyor.

Marion Fransızların en Amerikalı oyuncu-senarist-yönetmeni Julie Delpy, “Paris’te iki Gün”de (2007) tanıştığımız Mariou’un hikâyesini “New York’ta İki Gün” ile anlatmaya devam ediyor. Birkaç yıldır Amerika’da yaşayan 43 yaşındaki Fransız sinemacı, iki ayrı kültürü tanımanın avantajını iyi kullanarak, ustalıklı gözlemler, zeki tespitler eşliğinde, kültür farklarını, mizahi bir tonla gözlere seriyor.

Jack’ten ayrıldıktan sonra (ilk evliliklerinden olma çocuklarıyla) Mingus’la (Chris Rock) mutlu, mesut bir yaşam sürdüren Marion’un (Julie Delpy), (gerçek babasının canlandırdığı) fazla neşeli babası ve erek delisi kız kardeşinin ziyaretiyle düzeni alt üst olur. Komik anlar, aksi tesadüfler, nefis yan karakterler eşliğinde Julie Delpy, izleyiciyi eğlendirme konusunda uzmanlaştığını kanıtlıyor.

 

ÖDÜLLÜ FİLMLER

Senaryo yazarı ve yapımcı olarak jenerikte ismine rastladığımız Glenn Close, bir erkeği canlandırdığı “Albert Nobbs” ile bu yıl En İyi Aktris Oscar Ödülü için yarıştı. Ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez’in yönetmen oğlu, 53 yaşındaki Kolombiya doğumlu Rodrigo Garcia, bizleri götürdüğü 20. yüzyıl başlarının İrlanda’sında, toplumsal dinamikleri gözlerimize seriyor. 1910’ların fakir İrlanda’sında, sessiz, zararsız, ketum bir hizmetkar olan Albert Nobbs’un, aslında iş bulabilmek, para biriktirip kendi dükkanını açmayı amaçlayan bir kadın olduğunu öğreniyoruz.

Genelde kadın öyküleriyle tanınan yönetmen Garcia, bu kez duygulardan biraz daha arınarak daha mesafeli bakmayı tercih ediyor. Albert Nobbs’un çalıştığı ufak bir otelin müşterileri ve personelinin iç dünyasına eğilen, nefis karakter tahlilleri yapan film, toplumsal mesajlarıyla öne çıkıyor. Glenn Close, Brendan Gleeson, Mia Wasikowska ve Brenda Fricken’den oluşan deneyimli oyuncu kadrosunun yönetmen Garcia’nın başarısında rolü büyük.

52 yaşındaki Alman yönetmen Christian Petzold’a bu yıl Berlin’de Gümüş Ayı – En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandıran “Barbara”, 1980’de Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçma hesapları yapan genç ve güzel bir kadın doktorun öyküsünü anlatıyor.

Batı Almanya’daki sevgilisi onun kaçış hazırlıklarını yaparken, Barbara’nın çalıştığı hastaneye sürgüne yollanan yakışıklı bir doktorla tanışınca, istikbali için planladıklarını tekrar gözden geçirme kararını alır.

Mükemmel bir mizansen eşliğinde, yönetmen Petzold, gizli polisin herkesi gözaltında tuttuğu, ışıltısız, renksiz, yorgun, bezgin yüzlerle dolu bir Doğu Almanya portresi çiziyor.

Yine 2012 Berlin Film Festivali’nde, Gümüş Ayı – En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülleri’nin galibi “Yasak Aşk / A Royal Affair”, tutku, seks, çekişme, ihanet ve heyecan dolu görkemli bir tarihi dram, epik bir aşk hikâyesi. “Ejderha Dövmeli Kız”ın senaristi Danimarkalı Nicolaj Arcel’in yönettiği film, 18. yüzyıl Danimarka Sarayı’nda geçen konusuyla, ruhsal dengesini kaybeden Kral VII. Christian, genç, güzel kraliçe Caroline ve devrim başlatan idealist doktor Struensee arasındaki aşk üçgenine odaklanıyor. Politik gücü elinde tutmak isteyen din adamıyla, saray entrikalarıyla tarihi bir İskandinav dramını perdeye taşıyan “Yasak Aşk”, hiç düşmeyen temposuyla, nefis görüntüleriyle, başarılı oyuncularıyla öne çıkıyor.