Sean Penn Nazi Avcısı

Babasına Auschwitz’de işkence eden Nazi subayının izini bulmak için İrlanda’dan ABD’ye giden eski bir rock yıldızının öyküsünü anlatan “This Must Be The Place” ödül listesine giremedi.

Viktor APALAÇİ
29 Haziran 2011 Çarşamba

Genç İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino, Yahudi soykırımı ve sağlıksız bir baba-oğul ilişkisi gibi iki zor temayı ustalıkla işliyor. Jüri, yarışmanın en iyi filmlerinden biri olan Finli Aki Kaurismaki’nin “Le Havre”ına da yüz vermedi. Sımsıcak hümanizmasıyla insanın içini ısıtan, sevgiye, dostluğa adanmış bu film, Avrupa’nın göçmen konusundaki duyarsızlığının altını çiziyor.

Cannes’da jürinin ödül listesine almadığı, Almodovar’ın “İçinde Yaşadığım  Ten” ve Moretti’nin “Bir Papamız Oldu” filmlerinden geçen hafta bahsetmiştik.

Aynı akibeti paylaşan İtalyan Sorrento’nun “This Must Be The Place” ve Finli Aki Kaurismaki’nin “Le Havre” ile “Yarışma Filmleri” defterini kapıyoruz.

Yahudi soykırımı ve baba –oğul ilkisi

Müziği bıraktıktan sonra Dublin’de yaşayan eski bir rock yıldızının, babasına işkence eden Nazi subayını aramak için New York’a gidişini anlatan “This Must Be The Place” 64. festivalin en şaşırtıcı filmlerinden biriydi.

Yıllardır iletişim kurmadığı babasının ölümünden sonra, cenazeye katılmak için gittiği ABD’de, babasını aşağılayan, insanlık onuru ile oynayan bir Nazi subayının varlığını öğrenen Chayenne (Sean Penn) intikam için yollara düşer. Babasının hayatını adadığı ama gerçekleştiremediği, savaş suçu intikamını, Chayanne gerçekleştirebilecek midir?

3 yıl önce Cannes’da Jüri Ödülü kazandığı “İl Divo” ve yine Cannes’da yarışan “Aile Dostu / L’Amico di Familia” gibi iki nefis filminden tanıdığımız Paola Sorrentino kendisine çok yabancı bir kültürdeki bu son filmiyle ustalığını kanıtlıyor.

Sağlıksız bir baba oğul ilişkisi ve Yahudi soykırımı gibi iki ağır temayı ustalıkla birleştirdiği “This Must Be The Place”te, 41 yaşındaki Napolili yönetmen, ülkesi dışında ve İngilizce olarak ilk filmine imza atıyor.

50 yaşlarında makyajlı, boyalı, peruklu eski rock-star rolünde harikalar yaratan Sean Penn’in oyunculuk dehasını izlemek yılın sinema olaylarından biri.

Film ismini Talkin Heads grubunun bu şarkısından alıyor. Grup lideri David Byrne, oyunu ve şarkılarıyla filme katkı veriyor.

2008’de Cannes Festivali’ne damgasını vuran “İl Divo”da Paolo Sorrentino, 70’li ve 80’li yılların efsanevi politikacısı Giulio Andreotti’yi anlatmıştır. Aynı yıl jüri başkanlığı yapan Sean Penn ile tanışan İtalyan yönetmen Penn ile birlikte çalışma kararı almışlardır. Bu işbirliğinin ilk meyvası olan “This Must Be The Place”, kimyası tutan iki sanatçının, baştan sona keyifle izlenen, mükemmel görüntülere sahip, Frances Me Dormand, Harry Dean Stanton gibi olağanüstü bir oyuncu kadrosuyla, önce çıkan bir film olmuş.

İktisat fakültesi mezunu genç İtalyan yönetmen Sorrentino, ilk kez fetiş oyuncusu Tonn Servillo’suz bir film yapıyor. Senaryosunu yazdığı “This Must Be The Place”te, anlayışlı ve filozof karısı (Franco Mc Dormand), evlat edindikleri güzeller güzeli  Mary (Eve Hawson) ile İrlanda’da sakin ve huzurlu bir hayat yaşamayı seçmiş, eksantrik ve depresif emekli rock yıldızı, Chayenne’in ilginç intikam öyküsünü anlatıyor.

Babasının hayatını karartan Nazi eskisi subayı bulmak için kuzeninden ödünç aldığı bir arabayla Amerika’nın kalbine yaptığı yolculuk ile öykü bir “yol filmi” hikayesine dönüşüyor.

Babasının izini bulduğu Auschwitz’in Nazi kasabı Aloise Lange’a (Heinz Lieven), bir Nazi avcısının (Judd Hirsch) yardımı ile ulaşan, Chayenne rolündeki  Sean Penn, Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü Fransız Jean Dujardin’e kaptırdı. Ancak Oscar’ın şimdiden en büyük adayı.

Baba – oğul ilişkisi, matem, intikam, arayış temalarını ustalıkla birleştiren “This Must Be The Place”, 1984’te Cannes’in Altın Palmiyeli galibi, Wim Wenders’in unutulmaz başyapıtı “Paris – Texas” ile akrabalıklar taşıyan bir film.

Yürekleri ısıtan bir fin filmi

Film eleştirmenliği ve senaryo yazarlığından gelme Finli sinema dehası Aki Kaurismaki, sımsıcak hümanizmasıyla, insanın yüreğini ısıtan, sevgiye, dostluğa, yardımlaşmaya adanmış, hayata dair çok ince ayrıntılar sunan filmleriyle tanınıyor.

Cannes’da yarışan son filmi “Le Havre”ı, Kaurismaki’nin evrensele ulaşmayı başardığı, iyimserlik dolu filmlerinden biri.

Finli Kaurismaki kardeşlerin deha olanı Aki’de, toplumsal eleştirinin yanı sıra derin bir alaycılık, sert bir mizah anlayışının izlerine “Le Havre”da da rastlıyoruz.  2006’da Cannes’da yarışan (biraz da düş kırıklığı ile karşıladığımız) “Banliyo Işıkları / Les Lemieres du Faubourg”dan dört yıl sonra çevirdiği bu filmle, yönetmen Cannes’da dokuz yıl önce Büyük Jüri Ödülü kazandığı “Geçmişi Olmayan Adam / L’Homme Sans Passe”dan sonra yine ödül listesine girmeyi hedefliyordu.  Jüri Kaurismaki’nin belki de kariyerinin en iyi filmi olan “Le Havre”ı devredışı bıraktı. Avrupa’nın göçmen sorunu konusundaki duyarsızlığı dile getiren yönetmenler kervanına katılan Finli sanatçı, göçmen hakları üstüne bir çığlık olarak görülebilecek bu filmde, emekçilerin dayanışmasını ustalıkla işliyor.

Fransızların gurur duydukları bir slogan vardır: “Hürriyet, eşitlik ve kardeşlik.” Kaurismaki bunlardan sadece “kardeşlik” ile ilgileniyor. Filmin çatısını, en iyimser yorumuyla, uluslararası kardeşlik ve dayanışma üzerinde kuruyor.

İngiltere’ye sığınan annesine ulaşma için herşeyi göze alan Afrikalı çocuğa, Le Havre’da yaşayan, yüreği insan sevgisi dolu, tüm bir mahelle halkı yardım etmek için güçbirliğine girişir.

Hasta karısıyla (Kati Outinen) Le Havre’da bohem hayat yaşayan, eski yazar, yeni ayakkabı boyacısı Marcel (Andre Wilms) polistan kaçan Afrikalı bir göçmen çocuğa rastlamasıyla, yazgısı değişir. Paris’ten gelen deneyimli polis müfettişi Monet (Jean Pierre Darrouissin) ile Marcel’in mahalle arkadaşları arasında büyük bir savaş başlar.  Çocuğu bulması için amirlerinin baskısını omuzlarında hisseden Monet, müthiş bir dayanışma içine giren Marcel ve çevresi ile başa çıkmada zorlanır.

Aki Kaurismaki bu yeni sosyal ve şiirsel fablında, hudutsuz iyimserliği ve hümanizmasıyla bizlere sürrealist bir tiyatronun kapılarını açıyor.

Gizli göçmenlik ve Batı dünyasının duyarsızlığı üzerine dersler barındıran, toplumsal, sosyal sorular soran, modern bir sos ve ince bir mizah ile tadlandırılmış film, festivalde eleştirmenlerin favorileri arasındaydı.

İnsani değerlerin ön planda tutulduğu, gerçekle masal dünyasının içiçe geçtiği bu filmde Kaurismaki, favori temalarına sadık kalırken bir sinema ziyafetine imza atıyor.

Filmi izleyen basın konferansında, Aki Kaurismaki: “Avrupa sineması, eski kıtadaki ekonomik krizin tırmanışını ve çözülemeyen göçmen sorunun filmlerde pek işlemiyor. Avrupa Birliği de duyarsız davranıyor. Benim çözüm hakkında elimde bir reçete yok, ama bu konuda bir film yapmak istedim”, dedi.  Başroldeki iki Fransız aktör, hümanist aydın Marcel rolündeki Andre Wilms ve dedektif Monet’de Jean Pierre Darroussin çok iyiler. Bir Fransız, eski tüfeklerden Jean Pierre Ledu, iflah olmaz “muhbir” rolünde.

Kaurismaki’nin fetiş oyuncusu Kati Outinen fedakâr eş rolünde çok başarılı. Göçmen çocuğa yol parası toplamak için verilen konserde, eski rock yıldızı Little Bob boy gösteriyor. Sanatçının final jenerik müziğinde de imzası var.