Bazı sesler

Sıvasız ve dört pencereli oyun alanını, kimi zaman izleyicinin oturma düzeni ile oynayarak, kimi zaman izleyicinin mekâna bakış açısını değiştirerek, minimuma indirgenmiş dekorlarla, kimi zaman aynı aksesuarları kullanarak bile olsa her oyun için ayrı bir mekân düzenlemesiyle farklılaştıran, Joe Penhall’ın ‘Bazı Sesler’ oyunu ile izleyiciye etkileyici bir seyir sunuyor.

Erdoğan MİTRANİ
29 Haziran 2011 Çarşamba

1967 yılında doğan Joe Penhall, gazetecilik dalında eğitim görmüş, 1994’de yazmış olduğu ilk oyunu ‘Some Voices -Bazı Sesler’ aynı yıl Royal Court Theatre’da sahnelenmiş ve “İngilizce tiyatro yazınında güncel toplumun sorunlarıyla ilintili özgün gelişim gösteren yazara” verilen John Whiting Ödülü’ne layık görülmüş.

2000 yılında yazdığı, Londra’daki bir akıl hastanesinde şizofren bir zenci ile iki doktoru arasında geçen ‘Blue/Orange – Mavi/Turuncu’,  Laurence Olivier, Evening Standard ve Critics’ Circle Theatre ödüllerini almıştı.

Tiyatronun yanında sinemayla da ilgilenen Penhall,  televizyon oyunları, film uyarlamaları yazmış, kısa filmler yazıp yönetmiştir.  Bu uyarlamalar arasında,  kendi oyunlarından senaryolaştırdığı,  2000 yılında Simon Cellan Jones tarafından filme alınan ‘Some Voices’  ile 2005’de Howrad Davies’in yönettiği TV filmi ‘Blue/Orange’   da var.

Beş zor yaşamın acımasız bir portresi olan Bazı Sesler,yazarın 5-6 yıl sonra Blue /Orange ile tekrar döneceği karmaşık bir konuya, akıl hastaları ile ilgili sorumluluğa ışık tutmaya çalışan ilk oyunu.

Akıl hastanesinden yeni çıkan Ray, ‘anılarıyla yaşamasına’ yardım ettiklerine inandığı bazı seslerduymaktadır. Antidepresanlarını almasını sağlamak, onu,  çoğu alkolik bir babayla geçen mutsuz çocukluğuna ait anılarından ve seslerden uzak tutmak,  yaşayan tek akrabası olan ağabeyi Pete’e düşmektedir.

Evlenip ayrılmış olan ve sahibi olduğu küçük restoranın aşçıbaşılığını da yapan Pete, kardeşinin aksine, olabilecek en normal, en sıradan insandır.

Ray, bir yandan dengesiz davranışlar, bir yandan da beklenmedik bir normallik arasında bocalarken,“İçimde bir şey var. Onu kontrol edemiyorum. Onun ne olduğunu bilmiyorum” diyen Dave, hamile sevgilisi Laura’ya sistematik olarak şiddet uygulamaktadır.

Tesadüfen Dave’in saldırısını engelleyen  (ve arada sıkı da bir dayak yiyen)  Ray’le Laura arasında garip bir ilişki başlar. Kız, Dave’in ölümcül çekiciliğinden kurtulmanın yolunu Ray ile aşk yaşamakta arasa da, şiddete eğilimli bir sevgiliden, ona tapan bir şizofrene geçerek yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş gibidir.

Ray’in ilaçlarını alması ve içkiden uzak tutulması için didişirken bir de kardeşinin olanaksız aşk hikâyesi ile uğraşmak zorunda kalan Pete, sanki bu kadar sorun yetmezmiş gibi, Ray’in akıl hastanesinden kaçan arkadaşı Ives ile de ilgilenmek zorunda kalır.

Olayların çığırından çıkması gecikmez ve kısa bir ayrılık sürecinden sonra tekrar Laura’yı görmeye giden Ray, kızın evinde yeniden Laura ile yaşamaya başlamış olan Dave ile karşılaşır. Dave’in önce Ray’e karşı başlayan daha sonra da Laura’ya odaklanan ölümcül saldırısı, Ray’in Dave’i ağır yaralamasıyla sonuçlanır. Yaşamının ve ondan da önemlisi, canından çok değer verdiği bebeğinin tehlikede olduğunun bilinci ile Laura, Ray’in başladığı işi bitirerek, Dave’den kurtulmayı başarır.

Ray’in akıl hastanesine dönüşüyle de fasit daire kendi üzerine kapanır.

Bazı Sesler sıfırnoktaiki’de

‘Bazı Sesler’i sıfırnoktaiki’de Sami Berat Marçalı sahneye koymuş. 1987 yılında doğan Marçalı’nın 22 yaşındayken inanılmaz bir olgunluk ve beklenmedik bir tiyatro duygusuyla yönetmiş olduğu ‘Korku Tüneli’nin düşle gerçek arasındaki incecik çizgideki yorumuna hayran olmuştum. İzlediğim bu ikinci yönetmenlik çalışması en az ilki kadar başarılı. Doğru karakter yorumlaması, doğru oyuncu seçimi ve en üst düzeyde oyuncu yönetiminin dışında sahne trafiği de çok iyi. Dövüş sahnelerinin inandırıcılığı ve koreografisi çok etkileyici. Epey cüretli iki sevişme sahnesinde, erotizmi olabildiğince geriye çekerek, sevecenliği ve duyguları ön plana çıkarması da büyük başarı.

sıfırnoktaiki’nin, sıvasız ve dört pencereli oyun alanını, kimi zaman izleyicinin oturma düzeni ile oynayarak, kimi zaman izleyicinin mekâna bakış açısını değiştirerek, minimuma indirgenmiş dekorlarla, kimi zaman aynı aksesuarları kullanarak bile olsa her oyun için ayrı bir mekân düzenlemesiyle farklılaştırmalarına hayranım. Bu kez oyuncu olarak tanıyıp çok da beğendiğim Murat Mahmutyazıcıoğlu dekor tasarımını yüklenmiş. Oyunda çok fazla mekân var: Akıl hastanesi,  Pete’in evi, Pete’in restoranı, Laura’nın evi, bir köprü üstü, sokaklar… Mahmutyazıcıoğlu, öncelikle izleyicinin hayal gücüne güvenerek, minimalist bir tasarım ve en aza indirgenmiş aksesuarla neredeyse var olmayan soyut bir ortam yaratmış. Büyük bir olasılıkla bu sahnelemenin de fikir babalarından olan Sami Berat Marçalı’nın yönetmenliğinde, oyun alanının kullanılma şekli ve oyuncuların büyük desteği ile bu var olmayan mekân,  akla gelebilecek her türlü yerin simgesi haline gelmiş. Çok başarılı.

Akıllardan silinmeyecek oyunculuk

Oyunculuklara geldiğimizde, anahtar ilişki Ray ve Pete arasında olduğundan en ağır yük Ushan Çakır ile Ünal Yeter’in omuzlarında. Ünal Yeter,  şizofren kardeşin sıkıcı derecede normal ağabeyini sıra dışı bir duyarlılıkla canlandırıyor. Artık kendi normalliğine ve sorumluluklarına kendi de dayanamayıp patladığı sahnede çok iyi ama oyunculuğunun asıl doruk noktası, akıl hastanesine dönen ve iyice tozutmak üzere olan kardeşine erişebilmek için, belki de tek tutkusu olan yemek pişirmesi. Minik bir elektrik ocağında, soğanı, sarımsağı, domatesleri ve de taze fesleğeni ile cızır cızır pişirdiği omlet, sanki iki kardeşin tatsız yaşamlarına bir parça renk getirecek gibidir.

Deniz Karaoğlu ve Tarkan Çeper, bu karamsar tablonun iki yan karakteri Dave ve Ives’da çok iyiler. Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları 2. sınıfta iken ‘Açık Saçık Birkaç Polaroid’ oyunundaki performansı ile ‘Genç Yetenek’ ödülü almış olan Gülce Oral’ı ben ilk kez seyrettim. Laura’nın bir yandan korunmasızlığını ve kırılganlığını, diğer yandan da savaşçılığını ve gücünü izleyiciye çok iyi aktarıyor. Kumbaracı50’de oynamış olduğu ‘Kebap’ oyunu önümüzdeki tiyatro mevsiminde de devam ederse, gidip onu mutlaka izleyeceğim. Sizlere de tavsiye ederim. Çok iyi bir oyuncu keşfedeceksiniz.

Ushan Çakır’ı sona sakladım. ‘Korku Tüneli’nin kendinden emin, yakışıklı ve çekici Cosmo Disney’i olarak tanımış olduğum bu genç adam, beden dilini ve neredeyse tüm fiziğini değiştirerek, ezik, hasta ve alkolik bir şizofren olarak karşımıza çıkıyor. O kadar değişmiş ki, bir gece önce izlediğim ‘Limonata’ya girerken karşılaşıp iki laf etmemiş olsak, “ne oldu bu çocuğa” diye merak edebilirdim. Biliyoruz artık, sıfırnoktaiki’de oyunculuk her zaman (en) üst düzeyde ama iki saatlik oyunun neredeyse tamamında sahnede olan Ushan, gerçekten akıllardan silinmeyecek bir Ray olmuş!

Geleceğin tiyatrocuları

Sıfırnoktaiki, Mayıs-Haziran aylarında Marçalı’nın yazıp, Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yönettiği ‘Limonata’  adlı oyunu sahnelemeye başladı.  Hem metin,  hem yönetim, hem de oyunculuk olarak çok başarılı bulduğum bu çalışmaya, tekrar sahneleneceği önümüzdeki tiyatro mevsiminin başlarında döneceğim ama şimdiden şunu belirtmek isterim:

Alternatif diye adlandırdığımız,  ama bana sorarsanız gerçek tiyatroyu, günümüzün ve geleceğin tiyatrosunu yapan bu genç topluluklar, bir yandan çağcıl tiyatronun çarpıcı örneklerini sergilerken bir yandan da oyun alanlarını Türk tiyatrosuna taptaze bir soluk getirecek yepyeni yazarlara açıyorlar. Tiyatro Krek’de (şimdilik sadece kendi oyunlarını sahneleyen)  Berkun Oya, Altıdan Sonra Tiyatro’nun bol ödüllü yazar-oyuncusu Yiğit Sertdemir, sıfırnoktaiki ve Kumbaracı 50’de oyunlarını izlemiş olduğumuz Ebru Nihan Celkan ve Mekân Artı’daki Tiyatro Artı’da yani keşfettiğim Ufuk Tan Altunkaya bu genç yazarların bazıları. Bence, genç yaşta aramızdan ayrılan Mehmet Baydur ve artık ellili yaşlarına yaklaşan Özen Yula’dan beri geleceğin yazarlarını arayan Türk tiyatrosunun geleceği, işte bu gençlerin elinde. ‘Limonata’ yı izledikten sonra,izlediğimiz ilk oyunu ile bile olsa Sami Berat Marçalı’nın da tiyatromuzun geleceğini inşa edecek bu genç safların ön sıralarında yer alacağından emin oldum.

Haziran sonu, bu yıl tiyatro mevsiminin de sonu. Ama tiyatro yoksa opera var. Biz de “ekmek yoksa pasta yiyelim” diyerek, gelecek yazılarımızı İkinci İstanbul Opera Festivali’ne ayıracağız.

Hepinize iyi seyirler.