Sen dizime yattın, ben bir hikâye anlattım ve sen büyüdün…

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
2 Mart 2011 Çarşamba

Bir ara büyük fırtınalar koparan, özellikle de aşkın ne olduğunu bilen kadınları saatlerce sessiz sessiz ağlatan, kızdıran, merhamete getiren, heyecanlandıran Issız Adam filmini özel kanallardan biri cuma akşamı televizyonda ilk defa yayınladı.

Gösterime girdiği günden bu yana üç sene geçmiş.

Oturdum, yeniden izledim.

İnsanın her yaşta biraz daha büyüdüğünü, biraz daha olgunlaştığını, hayata biraz daha farklı pencereden baktığını, hayattan ne istediğini anlamayı bilmesinin en güzel yolu; bir filmi uzun aralıklarla yeniden seyretmek…

O zaman mavi-siyah bir sinema salonunda, sağımda solumda iç geçiren, mendilleriyle gözyaşlarını silen farklı yaş gruplarından kadınlar vardı. Hiçbiri çok genç değildi. Hepsinin yaşanmış, eskimiş, kıymeti bilinmiş ya da bilinmemiş bir aşk hikâyesi vardı mutlaka. Söyledikleri, söyleyemedikleri vardı. Sevdikleri, sevemedikleri, sevdiklerini sandıkları, sevemedikleri vardı.

Hepsi biraz kızgındı, kırgındı, defterleri yazmadıkları yazılarla doluydu.

Hepsinin kendi hikâyesi vardı.

İnsan bir hikâyenin içine girdiği zaman, ana kahramanın kendisi olduğunu unutur, hele kadınsa…

Her zaman anlaşılmayı, keşfedilen olmayı, gizemli olmayı seçer.

Erkeklerin bu kadar çetrefil yolları sevmediğini bilmesine rağmen allayıp pulladığı hikâyeye ısrarla bu şekilde devam etmeyi seçer.

Israrla.

Bu ısrar, insanın sonunu bile bile kendisine dayattığı en anlamsız, en acımasız, en sıkıntılı, en acılı ısrardır.

İnsan, bundan tuhaf bir biçimde zevk de alır. Oysaki bu; hayata tutuma çabasından, sondan kaçıştan, yenilgiyi görmezden gelmeden başka bir şey değildir. Filmde Ada’nın Alper’i başta yanına yaklaştırmak istemeyişi de bundan. Sonunda bu adamla olamayacağının, acı çekeceğinin farkında… Çekiyor da…

Kadın, acı çekmeyi sever.

Israrla.

Kendini daha değerli görür acı çekerken, aşkına biraz daha yakın olduğunu, duygudan kopmadıkça ondan da kopmayacağını zanneder.

Israrla.

Hayat, kadının anlamsız ısrarlarında büyük bir hızla akıp gider, sonra da yaşadıklarının karşılığını alamadığını düşündükçe bunu ona yaşatan adama kızar, söylenir, onun için gözyaşı döker, bir gün o gözyaşları da biter.

Filmdeki gibi.

Oysaki Alper, aynı Alper’di. Ada ise canının başkaları tarafından nasıl yakıldığını çok iyi bilen bir kadın… Kapıdan çıkıp gidebilseydi, bildiği bütün hikâyelerindeki Ada olmayacak, kendine yeni bir ana kahraman yaratacaktı.

Yapmadı.

Israrla.

Kadınların yaptığı en büyük yanlışlardan biri de karşılarındaki erkeği bir muamma olarak görüp çözmeye kalkmaları… Her defasında yenilgiyle sonuçlansa da bu uğraştan asla vazgeçmemeleri.

Bunun bir muamma olmadığı kafalarına dank ettiği an, büyür kadınlar.

Yaşadıkları tüm hikâyeler, Tanrı’nın sadece onlara anlattığı hikâyelerdir. Anlamazlar.

Hatanın kendilerinde olduğunu zannederek mücadeleyi sürdürüp dururlar.

Asıl hata bunu anlayamayacak, yaşayamayacak, kapağına el süremeyecek olanlara bu hikâyeleri okumaya ya da anlatmaya kalkmaktır.

Filmdeki Ada’nın bir cümlesi bana bu hafta bu yazıyı yazdırdı:

“Sen dizime yattın, ben bir hikâye anlattı ve sen büyüdün.”

Acı çekerken bile karşısındaki adamı büyüttüğünü zannediyordu.

Israrla.

Oysaki her hikâyede insan kendi büyür.

Büyüyen kendi aklı ve kendi yüreğidir.