Yarım asır sonra Türkiye -2-

Dr. Jose V. Çiprut Türkiye izlenimlerini paylaşmaya devam ediyor…

Marsel RUSSO Perspektif
1 Aralık 2010 Çarşamba

 Şimdi az daha ciddî şeylerden söz edelim: Türkiye’nin, içte ve dışta, konumunu nasıl buluyorsunuz?

Şüphesiz her yurtsever gibi, ben de Türkiye’nin nereye gitmekte olduğunu merak etmedim diyemem. Bu konudaki bilgisizliğimin gerektirdiği ihtiyatla düşündüklerimi kendime cüretkârca şöyle özetleyebildim:

1955 yılında, Türkiye, İran, Irak, Pakistan (ve ABD’nin teşvikiyle de İngiltere) arasında SSCB/Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da genişlemeye yönelik nüfuzuna engel olmak amacıyla imzalanan, fakat 1958 yılında Irak’ın çekilmesiyle sona eren Bağdat Paktı, aynı sene, ABD’nin katılmasıyla, CENTO (Central Treaty Organisation), Türkçe ise MAT (Merkezî Antlaşma Teşkilâtı) adı altında yeni bir şekil almıştı. Kolay anlaşılır sebeplerle önce İran’ın, sonra ise Pakistan’ın çekilmesiyle, CENTO varlığını 1979 yılında yitirmişti. O günlerden bu yana, CENTO’yu oluşturan devletlerin bazılarının isimleri, çeşitli sebeplerle, değişik şartlar altında, bir yönden değişti, diğer bir yöndense benzeşti: bunların her biri ruhen ve resmen İslamileştiler. Hindistan’dan, kanlı bir iç savaş sonucunda ayrılarak 1947de kurulan Pakistan İslam Cumhuriyeti’ne ve 1979 yılında, Ayetullah Humeyni’nin ruhanî önderliğinde el ele Şah’a başkaldıran İran halkının mümkün kıldığı İran İslam Cumhuriyeti’ne, son yılların Ortadoğu coğrafyasında, Afganistan İslam Cumhuriyeti katıldı. Irak Cumhuriyeti zamanla yeni bir ad alacaksa bunun ‘halk cumhuriyeti’ mi, ‘İslam cumhuriyeti’ mi olacağını şimdiden kestirmek zor. Ortadoğu İslam cumhuriyetlerinden hangisi ilk demokratikleşeni olabilecektir bilemem. Bunu inanılabilinir bir şekilde ancak ciddî bir falcı söyleyebilir.   

Bu ülkelerin hiçbirinde, ne körfez devletçiklerinde, ne de Suudi Arabistan’da, sahiden demokratikleşme anlamında bir açılma görünmemektedir. Bu karmaşık dünya bölgesinde, demokrasiye en yakın yönetim şeklini benimseyen, eşit vatandaş özgürlüklerini tanıyan tek Müslüman devlet, herkese / her şeye rağmen kendine laik dedirtmeyi başarmış ve hiç olmazsa dinle siyaseti ayırabilmiş görünmekte uzun bir müddet için övünülebilecek değer bulmuş tek ülke, Mustafa Kemal Atatürk’ün tek ve bölünmez Türkiye’sidir.

Bulgaristan’ın kendi Türk kökenli vatandaşlarına yeni bir eşitlik tanımaya başladığı günlerden bu yana, Yunanistan’la Kıbrıs sorununun çözümüne yaklaşıldığı; arada bir sözü geçen Ege petrollerinin mümkün geleceğinin tarifine çalışıldığı günleri yaşamaktayız. Afganistan İslam Cumhuriyeti’nde bedenen mevcut haldeyiz. Pakistan İslam Cumhuriyeti ile strateji konuşuyoruz. Bölgemizde daha da çok jeopolitik önem kazanabileceğimizin açıkça farkındayız.

Ezelden beri süregelmiş güvenlik nedenleri ile olsun, sadece geç farkına varılan bir dindaşlık adına olsun veya yeni bir dostluk anlamı, hatta ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ söylemi çerçevesinde olsun, İran’la hassas bağlar kurmuş Suriye’ye ve zorlukla yeniden doğmakta olan Irak’a hem Şam’ın şekerini hem de Arab’ın yüzünü aniden ne kadar da sevmeye başladığımızı, bu sevgili komşularımıza ne kadar çok güvendiğimizi ifade ediyoruz. İçte, güneydoğumuzdaki vatandaşlarımıza devletimiz elini uzattı. Dışta, Müslüman Batı, Güney ve Doğu Asya ile Müslüman Afrika ile, hatta Diaspora’daki Türk vatandaş aileleri ile, bilimle dini bağdaştırır, sil baştan yeni devrimci bir gelişme/olgunlaşma esasına dayanan diriltici bir zihniyetle- ve süratle-inşa edilmekte olan, yepyeni küresel erişime erişecek bir millet yapısı peşindeyiz. Batıcı-aydın Kemalist-laik ve Müslüman-modern elitist azınlıklara bu çaba, bu ‘cihad’, her ne kadar nahoş ve kabul edilemez derecede menfi, hatta hain ve açıkça tehlikeli görünebiliyorsa da, bu hızlı gelişim çoktan beri kendini altlarda unutulmuş görmüş bir halk çoğunluğunun üst tabakadan nihayet zevkle ve şevkle aldığı bir intikam olarak tefsir edilmemelidir: Bilâkis, o tabakalardan en yüksek devlet idaresine erişebildikleri için aşağıdan yukarıya varan gücü iyi sezebilen devlet yöneticilerinin, başka memleketlerde benzer talih ve yörüngelerle başa geçebilmiş devlet adamları gibi, Türkiye’ye yepyeni bir kimlik, bambaşka bir içerik verebilme çabalarına bu yaklaşımdan bakılmalıdır. Bu tutum çeşitli merciler tarafından ve de değişik açılardan dindaşlığın içte ve dışta sağlayabileceği siyasî kudrete kanıt olarak gösterilebilse de gittikçe gaddarlaşmış oportünist bir dünyada pragmatik ve jeopolitik bir iç/dış siyasetin ulusal çıkarlarımıza öncelik veren, kendine özgü, işlevsel bir örneği olarak algılanmalıdır…

Dünyada yaşayan, şimdilik 1,7 milyara yaklaşık Müslüman’ın ve en azından 350 milyon Arap’ın kısa sürede takdir ve takibine hak kazanacak meşru bir önderlik rolüne çabukça erişmek mi? Yoksa 1958 yılından bu yana “hadi on, hadi yirmi, bilemedin altmış, çok çok seksen yıl sonra...” türünden vaatlerle Türkiye’ye üstten ve uzaktan bakadurmuş Avrupa Birliği’nin tercihlerine yönelik stratejik çıkarlarıyla öngördüğü Akdeniz Birliği örgütüne ‘zamanı geldiğinde’ üye olmağa hak kazandıracak yetenekler edinmeğe zaman ve çaba vermek mi daha verimli ve hayırlı olacaktır, Türkiye’nin bir an önce erişmek istediği küresel ve bölgesel öneme hiç değilse orta-/uzun sürede varabilmesi için? Yok, her ikisi de mi? Yoksa bundan böyle, mümkünse daha da özgür, başka ne tür bir tutum gerekecektir? Bence sorun bu!

Bugün hayatta olmuş olsaydı, Atatürk acaba zamanında mantıklı ve doğru gördüğü altı oktan hiç değilse bir-ikisine yol vermez miydi, dünyanın hemen hemen her alanda ivedilikle küreselleşmekte olduğu şu anlarda? Diğer taraftan ise, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1967’de İsrail’in zaferiyle sonuçlanan Arap-İsrail savaşına cevaben 1969 senesinde kurulmuş olan İslam Konferansı Örgütü’ne ilk baştan kurucu üye sıfatıyla katılmış olması ‘dinleşmenin’ yalnızca iktidarda olan partiyle başlamadığını ve o partinin şekil almasından çok ama çok daha önceleri başlayıp devam etmiş olduğunu hatırlatabilmelidir. Ama eninde sonunda, devletçiliğin, milliyetçiliğin ve dinselliğin çağdaş zihniyetli ve ileri görüşlü bölgesel ve küresel bir siyasette yeri nedir?

Türkiye sınırları içindeki toprakların, doğu-batı, kuzey-güney, tarihi-çağdaş eksenlerinde; teorik anlayış, ruhanî kanaat, işlevsel eğilim, uluslararası iş bölümü, yerel ilişkiler, bölgesel alış-verişler ve de küresel güvenlik ve müttefik savunma yükümlülüğü boyutlarında; memleket içinde olsun, memleket dışında olsun, jeostratejik açılardan devamlı gelişen önemli bir kesişme mevkii olduğu gözden kaçmamalıdır.

Bir taraftan AB üyeliğine talip olan,  NATO ve G-20 ortağı olarak ekonomik gücünün küresel çapta 16-17ci sırada olduğu takdir edilen, kendisine “Batıya dönük laik bir güç” dedirtmek ister görünür Türkiye; diğer taraftansa kendisini ‘gelişmekte olan’ ve yalnızca Müslüman devletlerden (Bangladeş, Mısır, İran, Endonezya, Malezya, Nijerya ve Pakistan’dan) ibaret D-8 Grubuna asli üye kayıt ettiren ve ilaveten de 1,7 milyar Müslüman’ın yaşadığı 57 devletten oluşmuş Dünya İslam Konferansı Örgütü’nün Genel Sekreterlik görevini üstlenen ‘doğuya ve güneye dönük Müslüman’ bir Türkiye... Ama çifte-kavrulmuş görünebilir bu mevkide herhangi bir ikilem arayıp bulmak isteyenler kanımca yanılmaktadırlar. Osmanlı tebaalığından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmiş yüz binlerce gayrimüslimden bugün yaklaşık 95 bin Ermeni, 19 bin Yahudi ve de ancak 3 bin Rum kalmış olduğunu gösterir istatistik rakamlar doğru ise, o zaman, 73 küsur milyonluk Müslüman çoğunluklu nüfus içinde tüm 120, hadi diğer Hıristiyanlarla, bilemedik, 150bin, ‘tek-tanrı imanlı’ azınlığın tümü toplam nüfusun ancak %0,2’sini (yani binde ikisini) temsil ettiğine göre Türkiye’nin, İKÖ’nün 57 üyesi arasında, Suudî Arabistan Krallığı’ndan (%100) ve Muritanya İslam Cumhuriyetinden (%100) sonra üçüncü sırada, en yoğun (% 98,8) Müslüman nüfuslu devlet olduğunu kabullenmek gerekir. 1923 yılından bu yana ciddi bir ‘fark’ var ise o da bu gerçeğin çekinmeksizin, hatta yepyeni bir iftiharla, memleket içinde ve dışında göze batar şekilde ilân ve teşhir edilebilmesinde ve İslam dünyasında din ile siyasetin kesinlikle ayrılmaz bir bütün olduğunun ve de öyle kalacağının şimdi artık alenen, hiç çekinmeksizin, hatta laikliği çürütür tarzda tanımlanabilmesindedir...

Batıda kendine laik-Müslüman dedirtmesi Türkiye’nin doğuda Müslüman-laik görülmesine engel olmaz. 

Yahudi bir Türk vatandaşı olarak, bütün bu gözlemlerin, izlenimlerin sizin için anlamı nedir?

Orta Asya’dan Küçük Asya’ya yönelen Türk kavimleri din ve mezheplerini Müslüman Arapların en şanlı devirlerinde onlardan alıp önce Bursa’ya, oradan Bizans’a, Edirne’ye ve yerleştikleri İstanbul’dan ise bir taraftan Viyana’ya dayanmışlar, diğer yandan ise birçok Arap toprağını epey uzun zaman işgal etmişlerdir. Türk’lerin işgalini Araplar Avrupalılarla sıkı işbirliği kurarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çökertilmesi ve parçalanması pahasına yok etmişlerdir. Suudi Arabistan’la İran arasında şu an her zamankinden de fazla yer almakta olan güç yarışı ve üstünlük rekabetinin dinî ve siyasî yönlerden yerel, bölgesel ve küresel etkileri tahmin edilse, tarafsızca adil bir Türkiye’nin--hem dünyanın ilk Müslüman demokrasisi rolünde, hem de gaz/petrol hatlarının da getireceği yatırım, ihracat ve gayrisafi yurtiçi millî hâsıla ile--kendine bölgesel ve küresel çapta mal edebileceği üstün siyasî, ekonomik, hatta sosyal nüfuz, kendini kendinden kurtarmayı hâlâ beceremeyen birçok Müslüman ve Arap devletine hatırı sayılır bir önderlik misali olabilecektir. Bu gelişme olasılığına binaen, Türkiye’nin İsrail’le çok uzun zamandan beri el ele kurmuş olup geliştirdiği ilişkilerini ve güvenlik ittifakını şu an yepyeni kaynaklardan fışkıran türlü va’at ve belki de lafta kalabilir çıkarlar uğruna bu kadar da çok kolayca feda etmeğe hangi (geçici) ulusal çıkarlarla rıza gösterebilip gösteremeyeceğini, niçin göster(me)mesi gerektiğini, yeni bir anlayışla tahlil etmeği öğrenmek her açıdan yeni ufuklar açabilir.

Orta-uzun sürede İsrail’i tek bir kurşun sıkmadan dize getirecek bölgesel bir güç varsa o da bu gerçeği bence şimdiden iyice sezmiş görünen Türkiye’dir. Nedir ki, Türkiye’nin İsrail’le olumlu ilişkilerinden gördüğü faydaları İran’dan elde etmesi sanıldığı kadar kolay olamayacaktır. Bunu kuşkusuz şimdiden iyice idrak eden Ankara’nın Kudüs’le bunca zamandır paylaştığı yakın ve içten dostluğu hafife alacağına inanmak, hele hele, öyle bir sonucun Türkiye’nin omuzlarına üçüncü taraflarca zorla yüklenebileceğini sanabilmek, Türkiye’yi ve İsrail’i ve ikisi arasındaki bağların neden ve nasılını tanıyıp anlayanlar için olumsuz ve zararlı, hatta adeta olanaksız bir şık olarak öngörülebilmelidir. İsrail’i Ortadoğu’dan ve Akdeniz kıyılarından şu veya bu şekilde silmeği ümit edenlerse, kendilerini er geç hem yanlış hem de ürünsüz ve zararlı yolda bulduklarında, çıkarlarını kolay kolay unutamayacakları bir hataya kurban etmiş olduklarının farkına varabileceklerdir sanırım. Türkiye’nin sokağa hitap eder ucuz sebeplerle İsrail’e düşman olmasını temenni etmem tabii ki. Türkiye Yahudilerinin sayısının Türkiye Rumlarının acıklı rakamına inmesi halinde öyle bir gelişimin Türkiye’yi ‘demokrasi’ açısından da, ‘çok kültürlülük’ yönünden de, ne daha zengin ne de daha mutlu kılacağını sanırım. Bahusus ki, Yahudilerin tavernalarda arkalarında bangır bangır çalınabilecek tipte ne rakı musikisi repertuarı ne de öyle bir geleneği vardır.   

Bize ayırdığınız zaman ve alâkaya teşekkür ederiz.

Türkiye’yi ziyaretim sonrası, izlenimlerimi ve fikirlerimi sizinle içtenlikle paylaşmamı istemiştiniz. Nazik davetinize böylelikle icabet edebilmekten haz duydum. Gösterdiğiniz ilgiye asıl ben teşekkür ederim.

Yazının ilk bölümü için lütfen tıklayınız:

https://www.salom.com.tr/news/detail/17588-Yarim-asir-sonra-TURKIYE.aspx