Ilımlılar ve militanların ötesinde

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri Amerikalı siyasetçiler Soğuk Savaş politikalarını terk etmede zorluklar yaşadılar. Dünyayı dost ve düşman olarak ikiye bölmek, diplomasiyi ikili ilişkilere indirgemek ve belli başlı çıkarların kazanımı için müttefikleri seferber etmek geçerliliğini yitiren taktikler artık...

Marsel RUSSO Perspektif
29 Eylül 2010 Çarşamba

ABD Başkanı Obama, göreve gelmesinden sonraki bir seneyi aşkın dönemi, selefi Başkan Bush’un bozduğu dengeleri düzeltmekle geçirdi. Bir yere kadar başarılı da olduğu söylenebilir. Ancak dışişleri politikalarının ne denli yavaş dönüştüğünü düşünürsek, Obama’nın dillendirdiği söylem bir önceki dönemde olmuş olsaydı, daha başarılı olabilirdi belki de… Bölgedeki değişiklikler, yeni stratejilerin hep önünde koşuyor.

Onlarca yıldır batılı diplomatlar Ortadoğu’daki değişimi yakalamaya çalışıyorlar. Avrupalı ve Amerikalı siyaset yapıcılar, geliştirdikleri modelleri devreye sokarken, başarısızlıklarının hayalkırıklıklarını da aynı anda yaşar oldular. Oturtmaya çalıştıkları dengeye ayar verirken, çalışmalarının hep umutsuz ve etkisiz olduğu sonucuna vardılar.

Bölgedeki kolonyal dönemden sonra Avrupa’nın buradaki politikalarına yön verenler oluşan Arap milliyetçiliğinin içeriğini yakalamaktan uzak, bunun Sovyetler tarafından kışkırtılan bir unsur olduğu noktasında birleştiler. Bunun böyle olmadığını anladıklarında Avrupa’nın gücü çoktan solmuş, yerini yeni bir tip sömürgecilik beklentisine terk etmişti. Aynı şekilde, Amerika da, gelişen cihat anlayışını, uzun seneler boyunca Afganistan’da radikal İslamcıları destekledikten sonra, 11 Eylül felaketinden sonra kavradı. Ve Washington ancak 2000’li yıllarda, İsrail ve Filistin’de oluşan siyasi değişimler çerçevesinde, Ortadoğu’da iki devletli çözüme destek olmaya başladı

Batı’nın Ortadoğu politikalarını raf ömrü dolmuş temeller üzerine oturtması, bugün de geçerli… Bush yönetiminin bozduklarını düzeltme çabası içindeki Obama yönetimi, bölgedeki güç dengelerini iyi okumayı beceremiyor, aslında. Washington hâlâ Ortadoğu’nun ‘Amerikan yanlısı ılımlılarla’, ‘İran yanlısı militanlar’ arasında bölünmüş olduğunu düşünüyor. Oysa bu kanı gerçeğin çok uzağında…

Esasen bu yaklaşım, Obama’nın başından beri reddettiği Bush’un düşüncesine destek olur mahiyette. Bu görüşün destekleyicileri, Avrupa ve Amerika’nın bölgedeki kredisinin bu denli düştüğü şu dönemde bile, burada, batılı bir barış ve refah görüşü çerçevesinde hareket eden ılımlı bir kesimin varlığına işaret ediyor. Bölgede, Türkiye gibi, hiçbir kampa girmeyen yeni oyuncuların yerini yanlış değerlendiriyor. Ondan öte, her şeyin kaygan ve uçucu olduğu Ortadoğu’yu iyi tanımlanmış bir manzara kıvamında algılıyor.

Baba Bush ve Clinton döneminde Ortadoğu

Ortadoğu’nun değişen kompozisyonunu ıskalamak son siyasi konjonktürü doğru anlamayı zorlaştırıyor. Amaç, ılımlıları güçlendirmek adına radikallerin yoluna set çekmekse, Suudi Arabistan’ın Hamas ile başlattığı görüşmelere veya Suriye ile girdiği diyaloga ne demeli?  Veya Şam’ın Hizbullah’a silah sevk eder, İran ile istihbarat bilgilerini paylaşırken, Tahran’ın Irak’taki ilgisine tepki göstermesini nasıl karşılamalı?  Bir de Türkiye var: Bir yanda batı ile ilişkilerinden vazgeçmezken, öte yanda İran’ın nükleer pazarlıklarına aracı olmasını,  Suriye ile ilişkilerini güçlendirmesini ve Hamas’a yaklaşmasını nasıl yorumlamalı?

Gerçekleşmeyecek dönüşümleri bekler, olmayacak politikaların peşinden koşarken, Washington bölgeyi şekillendirme fırsatını kaçırıyor. Obama daha esnek bir siyaset uygulayarak sonuca gidebilir; ancak çok fazla vakti yok, çünkü Amerika her an, daha az anlayabileceği ve daha zor müdahale edebileceği bir Ortadoğu ile karşılaşabilir.

1990’larda Amerika bölgedeki gücünün en yüksek noktasına ulaşmış, (baba) Başkan George Bush döneminde, askeri yeteneklerini kanıtlayarak Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılmasını imza atmıştı. Diplomatik olarak da son derece başarılı bir performans sergilemiş ve bir yanda Çöl Fırtınası Operasyonu’nun arkasına çok güçlü bir uluslararası destek sağlamış, öte yanda İsrail ile Filistin heyetlerini Madrid’de bir barış konferansında bir araya getirmişti. Bill Clinton da politikalarını bu eksene dayandırmış, hem barış görüşmelerini desteklemiş, hem de Lübnan’ın oluşturduğu tanımsız tehdidi, Beyrut’un kontrolünü Suriye’nin devralmasına göz yumarak bertaraf etmiş, böylece bölgede dengeyi bulmaya çalışmıştı.

Böylece Washington Ortadoğu’daki üç ana sorunu dondurmuştu, kendine göre: Arap – İran çekişmesi, Filistin sorunu ve Lübnan… Bu denge durumu, Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye arasında gevşek bir koalisyonun oluşmasını sağlamıştı. Amerika güdümlü bir barış süreci ve Lübnan’da Suudiler tarafından finanse edilen ve Suriye tarafından kontrol edilen bir düzen, Arap dünyasında her şeyin yerli yerine oturmasına önayak olmuştu. Amerika ile İsrail arasındaki çok özel ilişkilerin zaman zaman zora soktuğu bu statu quo, 2000 yılında ikinci intifada ile yerle bir olur ve Başkan W. Bush zamanında, giderek içinden çıkılamaz bir hal alır.

Oğul Bush tüm dengeleri bozdu

(Oğul) Başkan Bush’un olaylara yaklaşımı ve 11 Eylül saldırılarına olan tepkisi bölgenin güvenlik yapısını alt üst eder. Afganistan’da Taliban’ı, Irak’ta Saddam Hüseyin’i ortadan kaldırarak, Amerika, İran’ın bölgedeki en büyük iki rakibini tasfiye eder ve Tahran’a hiç ummadığı kadar geniş bir alanda hareket etme fırsatı verir. İsrail – Filistin görüşmelerinin durması ile birlikte, yeniden yapılan tanımlamalar da barışa giden yola sıkıntılar eker… Filistin’deki siyasi tablonun değişmesi, bölgede devlete benzer - kamuya hizmet eden -kurumların oluşturulması ve doğru tanımlanmamış terörizme karşı girişilen savaş, Amerika’nın buradaki maliyetlerini ciddi şekilde arttırır. Buna bir de Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi sürecini yanlış yönetmesini, Hizbullah’ın silahsızlandırılması, Şam’ın tecrit edilmesi ve Lübnan’ın batı kampına çekilmesi gibi gerçek dışı hedeflere yönlenmesini de eklemek gerekir.

Gerçi Lübnan’da ve Irak’taki durum düşünüldüğünde, eskiden beri yaşanarak gelen çelişkilerin üstesinden gelinmiş gibi görünüyor, ancak ödenen maddi ve manevi bedel çok fazla. Daha açık ifade etmek gerekirse, Basra Körfezi’nde, Lübnan’da ve Filistinliler ile İsrail arasındaki sorunlar yeniden kaynamaya başlarsa - ki gidiş öyle görünüyor -  bölgede, Mısır, İran, İsrail, Katar, Suudi Arabistan, Suriye ve Türkiye çok daha kapsamlı ve şiddetli bir yeniden yapılanma sürecine girilebilir. Aniden her şey allak bullak olabilir.

Amerikan çıkarlarına karşı oluşacak böylesi durumlar bölgede rakiplerin güçlenmesi ile eş zamanlı olacaktır. Nitekim Irak ve Afganistan’da Amerikan askeri gücüne karşı ciddi kısıtlar gelişmeye başladı bile. Bunlar özellikle Amerika’nın müttefiki İsrail’in, Lübnan’da ve Gazze’deki geçirdiği sıkıntılı dönemlerin sonrasına rastlıyor.

Arada, Washington, Ortadoğu siyasetinin merkezine liberal bir söylemi oturtmaya başladı ve bölgedeki varlığına ahlaki değerlerle haklı çıkarma telaşına girdi. Araplara demokrasi dersi vermek için yola çıkan Başkan Bush, bunu Irak’ı işgal ederek, Ocak 2006’daki Filistin seçimlerini tanımayarak, özellikle Guantanamo ve Abu Garip’te insan hakları ihlallerine ses çıkartmayarak ve onların gözünde, İsrail’e koşulsuz destek vererek yaptı – ki bunlar örnek alınacak davranışlar olarak algılanmadı.

‘Bizimle ya da karşımızda’ siyaseti sona erdi

‘Bizimle’ veya ‘karşımızda’ siyaseti bu süreç içinde özellikle Amerika’nın Arap müttefiklerini sıkıntılı duruma soktu ve bu çevrelerdeki Amerikan aleyhtarlığını körükledi. Bunun sonucu, zaman zaman birbirlerine kuşku ile yaklaşsalar da İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas popüler sempati kazandılar. Washington’un bölgedeki rakipleri, daha geniş bir alanda hareket edebileceklerini öğrendiler. Irak’ın çöküşü ile İran Arap aleminin derinliklerine sarkmaya başladı. Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi, Hizbullah’ı burada daha rahat bir yapılanmaya götürdü. İsrail Filistin barış görüşmelerinin intifada ile son bulması ise Hamas’a güç katarken El-Fetih’in elini bozdu…

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri Amerikalı siyasetçiler Soğuk Savaş politikalarını terk etmede zorluklar yaşadılar. Dünyayı dost ve düşman olarak ikiye bölmek, diplomasiyi ikili ilişkilere indirgemek ve belli başlı çıkarların kazanımı için müttefikleri seferber etmek geçerliliğini yitiren taktikler artık. 1990’lı yıllarda bu mekanizma işledi, çünkü Amerika henüz buradaki hareket alanını kaybetmemişti. Bugün bu model artık geçerli değil. Bugün, Amerika artık birbirleri ile çelişen ve rekabet içinde olan değişik çıkarları gözetmek durumunda. Bir yanda İran’ı şu anki pozisyonunda tutarak Irak’ta dengeli bir yönetim oluşturmak, öte yanda İsrail’in nükleer yeteneklerine sahip çıkarak İran’ı bu oyunun dışında tutmağa çalışmak; bölgede demokrasinin yeşermesini sağlamak için girişimlerde bulunmak, öte yanda barış görüşmelerinin içine Hamas ve Hizbullah gibi örgütleri alıp almama arasında gidip gelmek. Ve bütün bunları, bir zamanlar olduğu kadar güçlü olmadığı bir dönemde yapmaya çalışmak. Bölgedeki rakipler, siyasi veya askeri Amerikan baskısına karşı koyacak söylem ve hareketleri öğrendiler. Devlet olmakla ilgisi olmayan yerel örgütler daha güçlü birer oyuncu olarak belirmeye başladılar. Onlar artık kamuoyunu daha iyi bir şekilde yönlendirebiliyorlar. Hamas ve Hizbullah’ın yaptığı tam da bu… Hem de yanlarına İran’dan sonra Brezilya, Çin ve Türkiye’yi de çekerek…

Bu durumun farkında olan Obama idaresi Bush zamanındaki tüm siyaseti terk ederek Ortadoğu’daki sorunları birbirlerinden bağımsız değerlendirme ve çözme çabasına girdi. Çok kutuplu bir dünyaya doğru, ulusal güvenlik doktrinini yeniden oluşturdu. Obama’nın bugün sürdürdüğü politikaları Bush kendi döneminde izlemiş olsaydı, çok daha başarılı sonuçlar almış olunurdu. Ancak bu böyle olmadı ve ABD çok geç kendine geldi. Olayı teröre karşı savaş ekseninden çıkardı ve bir dizi diplomatik ayarlamalar yaptı. Obama, İsrail – Filistin barışını odaklayacak ancak aynı anda Filistinli gruplar arasındaki barışın tesisine de katkıda bulunacak. Bu konuyu göz ardı ederek, Hamas ile El-Fetih arasındaki ilişkilerin düzelmez boyuta gelmesini hızlandırmış olması, elbette ki Bush siyasetinin bir açmazı oldu.

Washington, Şam ile de ilişkilerini tazeliyor. Suriye’nin barış sonrası bölgede oynayabileceği rolü tanımlarken kullandığı yöntem, Şam’ı, İran, Hizbullah ve Hamas ile olan ilişkilerinde kısıtlıyor bir yerde. Benzer şekilde, Tahran’ın nükleer silah programında geri dönüşü olmayan bir seviyeye gelmesi ile Washington, İran’ın nükleer gücünü barışçıl amaçlarla kullanabileceğini kabul bile edebilir.

Toparlayacak olursak, Ortadoğu gibi uçar kaçar bir bölgede ilişkileri iyiler ve kötüler olarak yaftalamak çok doğru değil. Amerika bölgesel güçlerin böylesi bir kalıba oturmadığını geç de olsa fark etti. Suriye gibi Arap dünyasının tavizsiz en laik ülkesinin İslami militanlara, Hamas ve Hizbullah’a olan yakınlığı buna bir örnektir. Aynı şekilde, çoğulcu bir demokrasi kültürü içinde yoğrulmuş Lübnan’ın, Hizbullah gibi Şii bir militan grubu siyasi çemberinin içine alması da ilginç bir durumdur. Sonuçta, hem laik ve liberal Arap demokrat hem de Amerikan karşıtı olunabilir. Benzer şekilde,  İran’ın adeta Amerika’nın kutuplaşmış dünya fikrini destekler nitelikte hareket etmesi, Türkiye’nin bir Nato ülkesi kimliği ile Washington’dan kendini uzak tutma isteği, topraklarında Amerikan askeri üssü bulunduran Katar’ın bir yanda İsrail ile ticari ilişkiler geliştirmesi, öte yanda Suriye ile sıkı bağlar oluşturması ve bunun gibi birçok örnek Ortadoğu’da kalıpların olmadığının göstergesidir.

Kaynakça:  Foreign Affairs

Eylül – Ekim 2010 Sayısı