Nüfus bombası…

Uzmanların 40 yıl önce yaptıkları tahminler, dünyanın 1970’li yıllarda ‘gıda yetersizliği’ ile karşı karşıya kalacağı yönündeydi. Ancak ziraattaki yeni teknolojilerle verimliliğin arttırılması, aile planlaması gibi olgularla, bu tehlike şimdilik uzaklaştırıldı. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilerleyen yıllarında ise artan nüfus artışı beraberinde başka sorunları getirecek.

Marsel RUSSO Perspektif
13 Ocak 2010 Çarşamba

21. yüzyılın uluslararası güvenlik problemi, dünya nüfusu ile ilgili olmayacak; bu nüfusun nasıl şekillendiği ve temel nitelikleri ile ilgili olacak...

Paul Ehrlich 42 sene önce “The Population Bomb: Nüfus Patlaması” adlı kitabında 1970’lerin en önemli sorununu ‘gıda yetersizliğinden dolayı baş gösterecek kitlesel açlık’ olarak öngörmüştü. Ancak ziraatta yeni yöntemlerin devreye sokulması, tarım alanlarının etkin kullanımı, aile planlaması ve bu konuda bilincin arttırılması sayesinde, korkulan olmadı.

Yapılan araştırmalar 2008 yılı rakamlarına göre 6.83 milyar olan dünya nüfusunun 2050’li yıllarda 9.15 milyara çıkacağını gösteriyor. Yine bu araştırmalar, nüfusun bu tarihten sonra ciddi sapmalar göstermeyeceğini ve bu seviye etrafında seyredeceğini ortaya koyuyor. İçinden geçmekte olduğumuz küresel ekonomik krizin makul bir süre içinde yerini kısıtlı da olsa bir büyümeye terk etmesi ve iklimsel şartlarda beklenmedik bir kötüleşme olmaması durumunda, ortalama büyüme hızının %2 ila %3 arasında gelişeceği ve bunun söz konusu nüfus artışının destekleyecek nitelikte olduğu, araştırmaları yapan bilim adamları tarafından iddia ediliyor.

Ancak sorun yine ortada… 21. yüzyılın uluslararası güvenlik problemi, dünya nüfusu ile ilgili olmayacak; bu nüfusun nasıl şekillendiği ve temel nitelikleri ile ilgili olacak: Nüfusun azaldığı bölgeler, gelişimi, yaşı ve hareketleri gibi öğeler ilerideki olası çatışmaların ana nedenlerini oluşturacak gibi gözüküyor.

Bu öğelerin iyi yönetilmediği ve tam anlaşılmadığı ortada. The Economist’te yeni yayınlanan bir makale bir yanda küresel verimlilikte düşüşe işaret ederken, öte yanda esas aldığı BM raporlarında ortaya konulan ve gelecek 40 yılı derinden etkileyecek tarihi değişimleri gözden kaçırıyor.

Gelişmiş ülkelerin demografik ağırlığında beklenen %25’lik düşüş ile ekonomik gücün gelişmekte olan ülkelere geçmesi; gelişmiş ülkelerdeki çalışabilir nüfusun yaşlanmasına koşut göçmen işçilere olan talebin artması; oluşacak işgücü gereksiniminin günümüzün en yoksul, genç, eğitimsiz kitlelerinden karşılanma zorunda kalınması; kentsel nüfusun kırsal nüfusa karşın ezici bir çoğunluğa geçmesi ve en büyük kentlerin en yoksul ülkelerde oluşması, buna bağlı olarak güvenlik, altyapı, sağlık gibi ana konularda altından kalkılması zor sorunlarla karşılaşılması…

tün bunları yan yana koyarsak, Ehrlich’in 40 sene önce ortaya attığı problemlerin nitelik değiştirmiş olmalarına rağmen nicelik olarak dünyayı yönetenlerin önünde olduğunu söylemek durumundayız.

YAŞLI NÜFUS / GENÇ NÜFUS

Endüstri Devrimi ile başlayan sanayileşme süreci içerisinde giderek artan Avrupa nüfusunun 20. yüzyılda yaşanan iki yıkıcı savaş, diğer bölgelerde devreye sokulan kamusal sağlık ve iyileştirme projeleri çerçevesinde göreceli azaldığı gözlemleniyor. 2003 yılı sayımlarına göre Avrupa, ABD ve Kanada’nın oluşturduğu batılı ülkelerin dünya nüfusuna oranının %17 olduğu tespit edilmiş durumda. Buna gelir düzeyindeki değişimleri de ilave edersek düşüşün daha dramatik olduğu sonucuna varılır. Tarihçi Angus Maddison’a göre 19. yüzyılın başlarında söz konusu ülkeler küresel GSH’nın %32’sini sağlarken, bu oran 1950’de %68’e çıkmış... Yine teknolojinin dağılması, ucuz işgücünün maliyetleri aşağı çeken bir unsur olarak devreye girmesi ile bu oran 2003 yılına gelindiğinde %47’ye gerilemiş durumdadır. Son elli yılda görülen rakamsal eğilim bu şekilde devam edecek olursa, söz konusu batılı ülkelerin 2050 tarihi itibarı ile dünya üretimine katkıları iki katına çıkarken, geri kalan ülkelerin katkıları beşe katlayacak gibi duruyor. Bu rakamlar dünyanın kendini batılı olarak ifade etmeyen kesiminin verime katkısının gelişeceğini gösteriyor.

Bunun ötesinde önümüzdeki 40 yıllık dönemde, gelişmekte olan ülkelerin iktisadi orta tabakalarının nüfusunun gelişmiş ülke nüfuslarının toplamından daha yüksek olacağını, dolayısı ile Brezilya, Çin, Hindistan, Endonezya, Meksika ve Türkiye gibi ülkelerin küresel ekonomik büyümenin motoru haline geleceğini de, bu tespitlere eklemek gerek.

Gelişmiş ülkelerde görülen demografik yaşlılık da bu gerçeğe giden yolu kısaltıyor. Birkaç rakam vermek gerekirse: Bugün AB, Kanada, ABD, Japonya, Güney Kore ve hatta Çin’de nüfusun yaşlanmakta olduğunu söylemek olası. Örneğin Güney Kore ve Çin’de 60 yaş üzeri nüfus genelin %12 ila 15 gibi… Bu oran adı geçen diğer ülkelerde %15 ila 22 arasında seyrediyor. Japonya’da ise inanılmaz boyuta ulaşıyor: %30… Doğurganlığın eğitim seviyesine ters orantılı bir şekilde düşmesi ve yeni tıbbi araştırmaların neden olduğu yaşam süresindeki artış ile birlikte, söz konusu bu ülkelerde 2050 yılına gelindiğinde, 60üzeri yaşın nüfusun %30’unu geçeceğini, Japonya’da ise bu oranın %40’lara varacağını iddia etmek yanlış olmasa gerek.

Sanayileşmiş ülkelerde görülen bu yaşlanmanın doğal sonucu çalışan nüfusun daralması ve göçmen işgücü talebinin artmasıdır. Hatta Güney Kore gibi bazı ülkelerde, çalışabilir nüfusta görülen daralmanın nüfus yaşlanmasından daha yüksek oranda gerçekleşmesi söz konusu.

Avrupa’da 2050 yılına dek beklenen çalışan nüfus daralması %24 olarak hesaplanıyor. Doğum oranı ve göç alma potansiyeli yüksek olan ABD’de ise çalışan nüfusun gelecek 40 yıllık dönemde %15 oranında büyümesi bekleniyor. Bu geçtiğimiz 40 yıllık dönemdeki % 62’lik büyümenin çok gerisinde…

Önlenemez bu gidişin ekonomik gelişmede belirleyici etkisi olacağı kesin. Ancak etkileri, sağlık, güvenlik konuları, askeri ve siyasi nüfuz alanlarına da yaymak gerekecek, şüphesiz. Endüstriyelleşmiş dünyanın 20. yüzyılın ikinci yarısında görülen büyümesinin iyi eğitim, kadınların iş ve toplum hayatına katılımları, teknolojideki yeniliklerin gündelik yaşama entegrasyonu ile desteklendiğini göz ardı etmemek gerekir. İlk on yılını geçirdiğimiz yüzyılda alınan ilk sinyaller bu eğilimlerin devam etmeyeceği ya da ciddi şekilde cılızlaşacağı yönünde…

Gelişmiş ülkeleri yaşlı nüfus bağlamında vuracak başka bir unsur da sosyal güvenlik sistemi ve sağlık harcamalarında görülecek artış olacaktır. Bunların ülke ekonomilerine en az zarar verecek şekilde karşılanması konusu, birçok durumda sıcak tartışmalara neden olmakta. Bunun yanında genç nüfusun azalması ileekonomik canlılığı ayakta tutacak bireysel ve toplumsal talebin azalması veya nitelik değiştirmesi de gündemde…

İŞGÜCÜ KAYMASI ve KENTLEŞME

Bütün bunlar küresel gelişmiş ekonomilerin gelişmekte olan, hatta az gelişmiş ekonomi bölgelerinde yaşayan nüfusa olan bağımlılığının gitgide artacağını, geleceğin buna göre planlanması gerektiğini ortaya koyuyor. Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Yakındoğu’daki genç nüfus bu anlamda belirleyici olmaya başlayacak ileriki yıllarda… Bu nüfusun iş gücü arzını gelişmiş ülkelerin gereksinimlerine uygun şekilde sunma çabasına girmesi ile ortaya - en azından bugünkü şartlarda - aşılması kolay olmayan bazı sorunlar ve duvarlar çıkacaktır.

Bu duvarların ortadan kaldırılmasında alınması gereken yol sosyal, siyasi ve ekonomik açıdan pahalı, bir o kadar da vazgeçilmezdir: Göç hareketlerinin yönetilmesi, kültür ve dinler arasındaki farklılıkların ayrıştırıcılığının törpülenmesi, toplumların 21. yüzyıl başlarında birbirlerine karşı geliştirdikleri güvensizlik ortamının ortadan kaldırılması, gelişmiş ülkelerdeki iş gücüne talip yığınların yeni yaşamlarına uyum sağlamaları için her yönde eğitime tabi tutulmaları, anlaşma vasıtası olarak dil sorununun ivedi şekilde çözülmesi…

Günümüzde Avrupa’da artan Müslüman nüfusun gündelik yaşama entegrasyonu ve içinde yaşadığı toplumla olan ilişkileri göz önüne alınırsa, yukarıda altı çizilen noktaların ne denli önemli olduğu konusunda görüş birliğine kolayca varılır.

Yapılan çalışmalar 2010 yılının kentsel / kırsal nüfus arasındaki dengenin ilk kez kentlerin lehine değiştiğini ortaya koyuyor. 40 yıllık bir zaman dilimi içinde ise, kentli nüfusun küresel nüfusa oranının %70’lere varacağını öngörüyor. Gelişmekte olan ülkelerde tarımın makineleşmesi sürecinde buna koşut kentlerde gelişen sanayi ve hizmet sektörleri, doğal olarak genç nüfusu bu merkezlere çekiyor.

Birkaç rakam vermek gerekirse, Mumbay 20, Meksiko City 19, Yeni Delhi 17, Şangay 16, Kalküta 16, Karachi 13, Kahire 12, Manila 11, Lagos 11, Jakarta 10 milyon nüfusu ile az gelişmiş ekonomilerin demografik eğilimlerini ispat ediyorlar. Pakistan’da 8, Meksika’da 12, Çin’de 100’den fazla kentin nüfusu bir milyonun üzerinde…

Bu durum ülkeleri yalnız ekonomik değil, siyasi yönden de istikrarsızlığa itebilir. Bu ülkelerde görülen aşırı düşük kişi başı milli hasıla oranları bu durumu kanıtlar nitelikte. Yoksulluğa, bir de altyapı eksikliğini, eğitim ve sağlık açmazlarını eklersek, bu toplumların sivil çalkantılara daha açık olduğunda mutabık kalırız. Demokratik yapılanmanın böylesi toplumlarda zorlaştığı, düzensizliğin, kaos ortamının ve hatta terörün sıradanlaştığı bu tip sosyal çevrelerden gelen gençlerin, gelişmekte olan ve gelişmiş ülke pazarlarında kendilerine iş aramaları, bu toplumların içinde yaşamaya talip olmaları ve kendilerini, birey olarak, buralarda kabul ettirmeleri çok kolay bir süreci ifade etmiyor, ne yazık ki…

 

(*) George Mason School of Public Policy

Kaynak: Foreign Affairs (Ocak – Şubat 2010)