11 ARALIK 1917: Filistin’de yeni bir döneme doğru

“Kente resmen 11 Aralık öğle vakti girdim. Yanımda kurmay subaylarım, Fransız ile İtalyan birliklerinin komutanları, siyasi misyon temsilcileri ile Fransa, İtalya ve Amerika’nın askeri ataşeleri de vardı. Yürüyerek Yafa Kapısı’ndan geçtik ve İngiltere, İskoçya, İrlanda, Galler, Yeni Zelanda, Hindistan, Fransa ve İtalya’yı temsil eden muhafızlar tarafından karşılandık. Halk bana yakınlık gösterdi…”

Marsel RUSSO Perspektif
9 Aralık 2009 Çarşamba

General Edmund Allenby günlüğünde Kudüs’e girişini işte böyle anlatıyor.
Allenby komutasındaki kuvvetlerin Gazze’den sonra Kudüs savaşında da Osmanlı ordusunu yenmesi ve Filistin topraklarına hakim olmaları ile bölgedeki 400 yıllık Türk hakimiyeti sona erer. Kimileri bunu Haçlı ruhunun zaferi olarak adlandırmaya çalışsa da, esasen, konu böyle olmaktan çok uzaktır.
Uzunca bir zamandır temelleri üzerinde sallanan Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hâkimiyetini yitirmesi her ne kadar İngiltere için askeri bir zafer olarak nitelendirilebilirse de, siyaseten çok zorlanacağı bir dönemin başlangıcını ifade eder. Zafer uğruna hem Araplara hem de Yahudilere verilen sözler, ilk askeri valinin göreve gelmesi ile İngilizlerin başlarına bela olur.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından çok önceleri bir yanda İngiltere, Fransa ve Rusya, diğer yanda Almanya, Filistin’e olan ilgilerini açıkça ortaya koymuşlar, bölgede egemen olmanın ulusal çıkarları için vazgeçilmez olduğu kanısına varmışlardı:
Rusya, Doğu Akdeniz’e sahip olmak için; Almanya, İstanbul hükümetine destek verme bahanesi ile Musul – Kerkük – Basra hattında yeni fırsatlar kovalamak için; Fransa, İngiltere’yi Uzakdoğu’da yalnız bırakmamak için; İngiltere ise, Hindistan yolu üzerindeki stratejik konumundan dolayı bu topraklardan vazgeçecek gibi değillerdi.
19. yüzyılın ortalarından itibaren Mısır ve Kıbrıs’ın kontrolünü elinde bulunduran İngiltere zaten burada güçlü bir köprü başı oluşturmuştu. Londra’daki Dışişleri Bakanlığı olsun, Kahire’deki İngiliz misyonu olsun, Osmanlı Devleti’nin Arapça konuşan halkını İstanbul hükümetine karşı güçlendirmenin, hatta isyana teşvik etmenin yollarını aramaktadırlar. “Arap Sorunu” işte bu şartlarda ve bu amaçla dillendirilmeye başlanır.
1914 sonlarında, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Başbakan Asquit tarafından Savaş Bakanlığına atanan Lord Kitchener, Büyük Britanya İmparatorluğunun Ortadoğu siyasetini ortaya koyarken, Filistin ile ilgili şöyle bir yaklaşımda bulunur.
“Filistin’e gelince… Bu topraklar ilhak ederek kendimizi yeni sorumluluklara gömmek istemiyoruz. Fransa’nın Lübnan’a, ondan öte Rusya’nın Suriye’ye yeni yeni filizlenmeye başlayan ilgisini yakından takip ediyoruz. Fransa’nın Rusya’da daha iyi bir komşu olacağına inanmamıza rağmen, bu gibi konularda oluşturulacak ittifakların uzun ömürlü olması mümkün değil, kanısındayız. Dolayısı ile onlarla aramızda tampon bir devlet bizim için en doğru olandır. Bu topraklarda Müslüman bir ‘Filistin Devleti’nin yakın bir gelecekte kurulabileceğini gösterir herhangi bir emare yok. Dolayısı ile bir ‘Yahudi Devleti’nin oluşması teknik açıdan mümkün olabilir. Ancak, bu aşamada da daha değişik bir sorun çıkıyor karşımıza: Yahudiler Kudüs’te çoğunluk olmalarına rağmen, ülke genelinde azınlıkta bulunmaktadırlar. Bütün bunlar dikkate alınırsa, belki en doğru seçim Filistin’in Mısır’a ilhak edilmesidir…”
Yahudiler, özellikle Doğu Avrupa ve Çarlık Rusya’sında hızlanan pogromlar ve antisemit olaylar karşısında toplanan Siyonist Kongre’de alınan kararlar doğrultusunda, atalarının yurdu olan Filistin’e göç etmeye ve burada yeni hayatlar kurmaya başlamışlardır. Politik bir emelleri olmamasına rağmen, oluşturdukları tarım kolonileri ile bir yandan bataklık halindeki toprağa can vermeye çalışıyorlar, öte yandan, Avrupa’nın kültürel ve sosyal yaşantısını, Osmanlı’nın uzun zamandır ihmal ettiği bu coğrafyaya getirmek için didiniyorlardı.

ÇANAKKALE SAVAŞI DURUMU DEĞİŞTİRİR
1915 baharında İngiliz donanmasının Çanakkale’de beklemediği bir şekilde bozguna uğraması Londra’da tüm taşları yerinden oynatır, Başbakan Asquit kamuoyundan gelen baskılara dayanamayarak istifa eder. Liberal – Muhafazakâr ve İşçi Partilerinin katılımı ile kurulan yeni mutabakat hükümetinin Başbakanı David Lloyd George, Ortadoğu politikalarının mimarı ve uygulayıcısı Lord Kitchener’i kabinede tutar, ancak yetkilerini ciddi bir şekilde kısıtlar.
Aynı tarihlerde, İngilizlerin etkin politika üreticileri Arap toplumunun lideri olarak gördükleri Hicaz Emiri Hüseyin ile bir dizi görüşmeler yaparlar. Bu görüşmelerde, Emir’e, Padişah ordularına karşı başlatacağı ayaklanma karşılığında, Hilafetin İstanbul’daki “Arap bile olmayan Padişahtan” alınıp, “Peygamber soyundan gelen” kendisine verileceği, Arap dünyasının siyasi lideri olarak tanınacağı ve bağımsız bir Arap devletinin kurulmasının destekleneceği taahhüt edilir.
Gerçi bu görüşmelerde bir devletten söz edilir, ancak kayıtlar bu devletin nerede oluşturulacağı konusunda sessizdir. Arapların talebi, Nil Deltası’ndan, Anadolu’nun güneyindeki Toroslar’a, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar uzanan ve Filistin’i de içine alan bir coğrafyadır.
İngiltere adına Araplarla görüşmeleri yürüten Kahire Genel Valisi Sir Henry McMahon’un, Emir Hüseyin’e gönderdiği 24 Ekim 1915 tarihli mektubu, İngiliz görüşünü ortaya koyması açısından önemlidir:
“Mersin ve İskenderiye Limanları arasındaki yay ve buna komşu kalan Şam, Hama, Halep bölgesini tam olarak Arap olarak tanımlamak mümkün değil. Dolayısı ile bu bölge, konuşulan limitlerin dışında kalmalıdır. Bunun düzeltilmesi ile… müttefikimiz Fransa’nın aleyhine işlemeyecek şekilde, İngiliz kontrolünde kalan bölge için garantileri, Majesteleri Hükümeti adına vermek isterim: İngiliz Hükümeti, Hicaz Emiri’nin talep ettiği tüm limitleri yukarıdaki çekinceler çerçevesinde desteklemeye hazırdır. Kutsal yerlerin güvenliği taahhüt altındadır…”
İngiliz – Arap görüşmeleri yukarıdaki çerçevede devam ederken, bölge ile ilgili son derece önemli başka bir dizi görüşme, Fransa ile yapılır. İngiliz heyetine, Arap işlerinde çok iyi anlayan Sir Mark Sykes, Fransız heyetine ise, Dışişlerinden George Picot başkanlık ederler. 15 -16 Mayıs 1916’da yayınlanan Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkması ile başlayacak süreçte, Ortadoğu’nun nasıl şekilleneceği konusunda ip uçları vermektedir.
Buna göre, Fransa, Lübnan ve Suriye’nin Akdeniz kıyı şeridini ve Çukurova ve coğrafi olarak güneydoğu Anadolu bölgesini doğrudan kontrol edecek, Suriye’nin geri kalanı ile Musul kenti Fransızların dolaylı etki alanları içinde olacaktır. Bağdat’tan güneye Basra Körfezi’ne dek uzanan bölge ise İngiliz kontrolü altında olacak, Mısır’dan doğuya Filistin’i de içine alacak şekilde ve Irak’ın güneyinde sonra erecek yay da dolaylı etki alanını oluşturacaktır.
Bu şekilde hem Fransa hem de İngiltere savaştan sonra istediklerini alacaklardır. Rusya’ya gelince… Onu bölgeden uzak tutmanın yolu, kendisine Karadeniz’in anahtarını vermektir. İstanbul gibi stratejik bir noktaya kavuşacak Rusya, asırlardır isteyip de elde edemediğine kavuşacaktır. Ancak Ekim 1917 Devrimi olayların akışını değiştirecek, Boğazlar, Londra’nın vazgeçilmezleri arasına girecektir…

Araplara bir dizi taahhüt içeren McMahon Mektubu ve Yahudi Ulusal Yuvasının kuruluşunu destekleyen Balfur Deklarasyonu… Biri 1915 tarihli diğeri ise 1917’de yayınlanmış. O tarihlerde, her ikisinin de sahne kabul ettiği Filistin’in üzerinde İngiltere’nin tasarruf hakkı yok, çünkü buralar hâlâ Osmanlı idaresi altında…
İngilizler, “mutlaka ve her ne pahasına olursa olsun” kontrolleri altına almak istedikleri Ortadoğu ile ilgili bir yanda Araplara diğer yanda Yahudilere benzer taahhütlerde bulunurken, çelişki içinde değildiler esasında. Burada, oluşturmak istedikleri, kendi kontrolleri altında iki toplumlu bir idareydi. Bir Arap Devleti veya bir Yahudi Devleti’ne – bugün anladığımız anlamda – pek de sempati ile bakmıyorlardı. Zaten bu durum, Mc Mahon mektubunda belirtiliyordu. Yönetim şekli, İngilizler tarafından belirlenecek bir devletten söz ediliyordu…
İngiliz siyasetinin temelinde, bu toplumları bir denge halinde tutmak vardı. Bir yandan sayıca üstün Araplar, öte yandan Avrupa uygarlığını bölgeye taşıyacak Yahudiler. Bir yanda, ucuz işgücü, öte yanda, yaratıcılık, sermaye…
Ancak olaylar bekledikleri gibi gelişmedi. Yahudiler bölgeye tahmin ettiklerinin çok ötesinde göç ettiler. Burada gelişmiş sosyal bir hayat kurdular. Kentler inşa ettiler, üniversiteler kurdular, bataklıkları verimli tarım alanları haline getirdiler.
Araplar ise ayaklandılar… Hep isyan ettiler… Önce Yahudilere saldırdılar, sonra İngilizlere. Londra tarafından bölgeye gönderilen genel valiler, buradaki karmaşık olayları anlamada yetersiz kaldılar. Kısaca, buradaki ilişkileri gerektiği gibi yönetemediler ya da yönetmediler.
11 Aralık 1917’de General Allenby’nin yürüyerek Yafa Kapısı’ndan Kudüs’e girmesi bir İngiliz zaferidir kuşkusuz. Ancak bunun sonrasında gelişen olaylar, günümüze dek uzanan acı bir dönemi ifade eder.

LORD BALFUR’UN MEKTUBU
Filistin bölgesindeki çatışmaların en can alıcı yerinde, 2 Kasım’da, yayınlanan bir mektup ortalığı karıştırır. Lloyg George hükümetinin Başbakanı Lord Balfur tarafından Lord Rotschield’e gönderilen mektup, şöyle der:
“Majesteleri hükümeti adına… Hükümetimize sunulan ve görüşmeler sonucu kabul edilen Yahudi emellere sempati ile yaklaştığımızı bildirmek isteriz.
Majesteleri Hükümeti, Filistin’de bir Yahudi ‘ulusal yuvası’ oluşturulması fikrini desteklediğini, bu amaca ulaşılmasını kolaylaştırmak için gerekli gayretin gösterileceğini, Yahudi olmayan halkın sosyal ve dini haklarını ve benzer şekilde diğer ülkelerde yaşayan Yahudilerin siyasi haklarını ve statülerini zora sokacak hiç bir adım atılmayacağını ifade etmek isteriz…”