Psikoterapistle başlayan, Beren Saat’le biten haftasonu...

Joelle PİNTO Köşe Yazısı
17 Haziran 2009 Çarşamba

İstanbul Psikodrama Enstitüsü’nde adım çıktı…

“İlginç sorular soran, tatlı fakat dirençleri olan kız”.  Bu lakabı hak ettiğimi kabul edebilirim.  Şalom için röportaj yapmaya gittiğim Psikodrama Enstitüsü’nde, uzman psikologlar ve aynı zamanda psikodrama terapistleri olan Neşe Karabekir ve Teri Granti’yi biraz zorladım.  Özellikle de Neşe Hanım’ı.  Birkaç gazeteye röportaj vermiş olmasına rağmen, beni bir süre hatırlayacağını zannediyorum.

***

Amerika’daki arda kalan üniversite eğitimimden edindiğim artılardan en önemlilerden biri, Türkiye’deki orta öğretim sisteminin aksine – en azından 80 ve 90’lı yıllardaki sistem – kafamın yatmadığı bir konuda profesöre soru sormaya çekinmemek, eğitmeni gerçekten bana açıklamak, hatta bazen ispatlamak zorunda bırakmak. 

İtiraf etmeliyim ki, psikodrama konusuna biraz şüpheci yaklaştım.  Psikodrama terapistilerinin bazı fikirlerini çok enteresan bulsam da, bazıları aklıma yatmadı.  Dayanamadım, olayları deşiverdim ve enstitüde “bazı dirençleri olan gazeteci kız” olarak anılmaya başladım. 

***

Psikodrama terapistleri ve terapist adayları ile yaptığım röportajı gelecek haftalarda Şalom Gazetesi’nde bulabilirsiniz.  Psikodrama, insanların bir oyun içinde rol alarak, hem iç dünyalarını farkına vardıkları, hem de gruptaki diğer danışanları gözlemlerken empati kurup, farkındalık kazandıkları, faydalı bir grup terapi biçimi. Psikologların ve uzman psikologların geleneksel tedaviye yardımcı olması bakımından, psikodrama eğitimi alıp, kendi iç dünyalarında farkındalık kazanmalarının faydası olacağına inanıyorum.  Neşe Hanım, psikodrama ile insan vücudunun hareketleri hatırlayıp, kendi doğumunu bile hatırlayabileceğini anlattı.  Röportajın bu kısmında onu biraz uğraştırdım, detaylar haftaya…

***

Beren Saat konusuna geleceğim.  Birazdan…

Yaz ayları aşırı sosyal olmayan kişiler için bile daha yoğun geçiyor.  Cuma akşamüstünden bu yana bir röportaj, iki doğum günü, bir sinagog düğünü, bir de düğün gecesi sığdırdım.  Düğünün akşamına gitmeden ise, bir iki saati üyesi olduğum spor salonunda geçirmeyi tercih ettim.  Fakat o kadar geç vardım ki, değil spor yapmak, açlıktan konuşacak halim bile kalmadı.  Sözde spor yapmaya geldiğim spor salonunun cafésine kendimi atıverdim. 

***

Size hiç olur mu bilmem ama bazen televizyonda çok sık gördüğüm insanlar, tamamen farklı bir ortamda karşıma çıktığında bana tanıdık gelir.  Örneğin seneler evvel Cem Davran’ı Akmerkez’deki bir kırtasiyede pusetle bebeğini gezdirirken gördüğümde, “Ben bu adamı nereden tanıyorum?” deyip, ayıp olmasın diye selam vermiştim.  Başına bu tür davranışlar daha önceden gelmiş olmalı ki, o da bana selam verdi.  Cem Davran’ın işten veya adadan bir tanıdık olmadığını anlayınca çok utandım.  Hâlâ ayıp olmasın diye çoğu insana selam vermeye devam ediyorum ama en azından televizyondan olmadıklarından emin olduktan sonra.

***

Beren Saat da spor salonundaki caféde yan masamızda oturuyordu.  Merak etmeyin, gidip selam vermedim.  Zaten medyatik insanların rahatsız edilmesine çok karşıyım.  Özel ilgi istemedikçe – ki bunu belli ederler- onların da rahat bırakılmaya hakları olduğunu düşünürüm.  Beren Saat, canlandırdığı Bihter karakterinin aksine, son derece mütevazı ve sabırlı bir insan.  Servisi son derece yavaş ve kötü olan kafede, ben ve arkadaşım garsonlara durmadan yemekleri hatırlatırken, hiç sesi çıkmadı.  Medyatik olmayı hazmetmiş, terbiyeli sanatçıları etrafta görmek güzel. 

Bu hafta Bihter’i gördük, darısı Behlül’ün başına…