Özgün ve ödüllü bir ilk film: ‘Girl’

İkisi ödüllü dört kaliteli filmle 71. Cannes Film Festivali defterini kapatıyoruz

Viktor APALAÇİ Köşe Yazısı
15 Ağustos 2018 Çarşamba

Altın Kamera ve FIPRESCI En İyi Film Ödüllerinin sahibi ‘Girl’ün yaratıcısı Belçikalı Flaman yönetmen Lucas Dhont 27 yaşında. Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Oyuncusu seçilen ‘Girl’ün aktörü Victor Polster henüz 16’sında. Balerin olma arzusu ile yanıp tutuşan Lara’ya vücudu ihanet etmektedir. Zira Lara erkek olarak dünyaya gelmiştir. Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Filmi seçilen ‘Grans/Border’ İran doğumlu Ali Abbasi’nin İsveç adına yarışan filmiydi. Oscar’lı yönetmen Kevin Macdonald ‘Whitney’ belgeselinde, 20. yüzyılın en büyük kadın şarkıcısı Whitney Houston’un kısa ama fırtınalı hayat öyküsünü anlatıyor. Paul Dano ilk yönetmenlik denemesi ‘Wildlife’ ile geçer not alıyor. 

Cannes Festivalinin resmi seçkisinde yer alan filmler arasında, kamera arkasına ilk kez geçen yönetmenlerin elinden çıkan filmlerin en iyisine Altın Kamera Ödülü verilir.

Bu ödülü bu yıl 27 yaşındaki Belçikalı senaryo yazarı- yönetmen Lukas Dhont ‘Girl’ filmiyle kazandı. Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI), festivalin yan bölümü Belirli Bir Bakış’ta yarışan ‘Girl’ü Yılın En İyi Filmi Ödülüne layık gördü.

Filmin başrolünü kameranın arkasına ilk kez geçerek canlandıran, Belçikalı 16 yaşındaki aktör Viktor Polster, olağanüstü performansının karşılığını Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Oyuncusu Ödülü ile aldı.

Ödüllere boğulan, festivalin en özgün filmi ‘Girl’, balerin olma tutkusuyla yanıp kavrulan 15 yaşındaki Lara’nın öyküsünü anlatıyor. Babası ve kardeşiyle yaşayan Lara’nın rüyasını gerçekleştirmesi için, bale eğitimi verilen bir şehre taşınmayı kabul eden ailesini zor günler beklemektedir.

Zorlu, sıkı disiplinli bir eğitim gerektiren bu süreçte, vücudu Lara’nın azmine ihanet etmektedir. Zira Lara erkek olarak dünyaya gelmiştir.

Çocukluğundan beri cinsiyet değiştirmeyi amaçlayan Lara’nın arzusuna uyan babası, kız olabilmesi için gerekli prosedürlere uyarak Lara’ya destek vermektedir. Doktor nezaretindeki hormon tedavileri nihai çözüm ameliyatına kadar, düzenli olarak sürdürülür. İyi bir balerin olma yolunda azimle ilerleyen Lara, acımasız bir toplumun kurallarına uyabilecek midir?

Lukas Dhont, bu çarpıcı ve cüretkâr konunun üstesinden gelebilmek için, ilk filmini yapan bir yönetmenden beklenmedik başarılı bir mizansene imzasını atmış.

Büyük bölümü bir bale okulu öğrencileri ile üç kişilik bir aile arasında geçen filmi, Dhont gerilim temposunu baştan sona ayakta tutan, başarılı bir sinematografi eşliğinde, oya gibi işleyerek anlatıyor.

Flaman yönetmen, 2009 yılında, ünlü bir balerin olmayı düşleyen, erkek olarak doğan bir kızın öyküsünü bir gazetede okuyunca, ‘Girl’ projesini hayata geçirmeye karar vermiş ve bunun için de sekiz yıl uğraş vermiş.

Bu süre zarfındaki casting arayışı hüsranla neticelenmek üzere iken, 2017 yılında Victor Polster bu role talip olmuş.

Ergenlik sorunları, transseksüellik, kimlik bunalımı gibi zorlu temaları işleyebilmenin yolu, bale becerisi olan çocuk yaşta bir aktörü bulmaktan geçiyordu. Filmde uzun saçlı, melek yüzlü, güzeller güzeli sarışın bir Lara olarak izlediğimiz Victor Polster’i ödül gecesinde smokinli, yakışıklı bir delikanlı olarak görünce şaşkınlığımızı gizleyemedik.

Kendisinin 16 yaşında, Anversli bir bale öğrencisi olduğunu öğrendik. Kapanış Galası sonrası, ödülü elinde yaptığı basın toplantısında Polster, bu başarısından sonra dans ile sinema arasında tercihte zorlanacağını anlattı. ”İki aylık filmin çekim süresi boyunca, etrafımızdaki herkes benim kız mı, erkek mi olduğumu sorguladı. Baletler balerinler gibi parmak ucunda dans etmez. Lara rolü beni bu yönüyle zorladı” dedi.

Genç aktör, kızların yaptığı gibi ayak parmak uçlarında dans edebilmek için üç aylık zorlu bir eğitim sürecinden geçti.

Kendisine her konuda destek veren babasına rağmen annesinin eksikliğini her an hisseden Lara’ya, beraber duş yaptığı kız arkadaşlarının cinsel organının göstermesi için sürdürdükleri ısrar, filmin trajik sonunun başlangıcı olur.

Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Film Ödülünü İran doğumlu Ali Abbasi’nin İsveç adına yarışan ‘Grabs/Border’ filmi kazandı. İkinci filmini gerçekleştiren 27 yaşındaki senarist- yönetmen, koku alma duygusu gelişmiş gümrük memuru Tina’nın fantastik öyküsünü anlatıyor. Gümrük suçlularını yakalamakta uzmanlaşmış genç kadını ilk yanıltan gizemli iri yarı yolcu Vore olur.

İkili arasında gelişen garip ilişkiden sonra, Vore’deki olağanüstü güçlere sahip olduğunu hisseden genç kadın gerçek kimliğini keşfeder.

Bir yalan dünyasında yaşayan ve gerçek dünyaya ait olmadıklarını anlayan ikili karanlık bir yazgıyı paylaşmak zorunda kalacaktır.

İskandinavya Yeni Gerçekçilik akımının öncüsü olan John Ajvide Lindqvist’in romanını senaryolaştıran Ali Abbasi, limitleri zorlayan, yenilikçi, absürt ve sürrealist sinema diliyle, Cannes’da hayranlık uyandırdı.

Kendisi, filmi ‘Grans’ı, aşkı, mizahı kaynaştıran, vahşi tempolu Wagner operalarına yakın buluyor. Filmin başrollerini paylaşan itici görünümlü iki İsveçli oyuncunun Abbasi’nin mizansenine katkısı büyük.

 

MÜTHİŞ BİR BELGESEL: ‘WHITNEY’

71. Cannes Film Festivaline damgasını vuran bir belgesel, 20. yüzyılın en büyük kadın şarkıcısı ‘Whitney Houston’un fırtınalı hayatına ışık tutuyor.

200 milyon albüm satan, ‘dünyanın en çok ödül alan kadın şarkıcısı’ unvanına adını yazdıran, The Bodyguard (1992) filminde söylediği ‘I Will Always Love You’ ile müzik tarihinin en çok satılan albümüne imzasını atan Whitney Houston, gelmiş geçmiş en ışıltılı diva idi. “20. yüzyılın en tanrısal, güzel sesiyle herke se ilham vermiş, başarılı bir kadını uyuşturucu bağımlısı yapacak, sonunda öldürecek kadar kederlendiren şey ne olabilir?” sorusuna Kevin Macdonald ‘Whitney’ belgeselinde cevap arıyor.

Şarkıcının en yakın arkadaşları ve aile üzerinden oluşan 60 kişilik bir grupla yapılan söyleşilerden derlenen filmin senaryosu izleyiciyi hayrete düşürecek cinsten…

Şöhretin getirdiği dayanılmaz yükü omuzlarında taşıyamamış, trajik sonuyla hayranlarını ağlatmış, öldüğü gün ABD’de ulusal matem ilan edilip, bayrakları yarıya indirtmiş Whitney Houston, 2012’de Beverly Hills Hilton Otelinin bir odasında ölü bulunmuştu.Trajedilerle dolu 49 yıllık kısa bir hayat süren Houston’un bir küvetin dibinde son nefesini vermesinden üç yıl sonra kızı Bobbie Kristina Brown aynı ölümle annesinin yanına gitti. Müthiş bir arşiv taramasının eseri olan film, Houston ailesinin gösteriş, şaşaa, keder ve korku dolu hikâyesi.Dönemin en ünlü seslerinden Dionne Warwick’in kuzini olan Whitney, ünlü şarkıcı Bobby Brown ile inişli- çıkışlı ve fırtınalı 14 yıllık bir evlilik yaşamıştı. Kokain bağımlısı olduğu için topluma kötü örnek olmuş Whitney, annesiyle babası boşandıktan sonra her ikisiyle de iyi geçinememiş, ölüm döşeğinde af edilmeyi bekleyen babasını görmeye gitmemiş, cenazesine katılmamıştı.

Gençliğinde şarkıcı olan annesiyle birlikte sahneye çıkmaya başlamış, çeşitli aşklar yaşamış, en yakın arkadaşıyla lezbiyen bir ilişki yaşamış Whitney, Bobby Brown’dan boşandıktan sonra bütün servetini kaybettiği için kokainden yıpranmış vücuduyla turneye çıkmaya mecbur kalmış, sesini kaybettiği için sahnedeyken yuhalanmıştı.

2000 yılında ‘One Day In September’ ile En İyi Belgesel dalında Oscar Ödülü kazanan Kevin Macdonald, türün ustası olduğunu ‘Whitney’de yineliyor.

MacDonald, Ugandalı diktatör İdi Amin’in hayatına odaklanan, ‘İskoçya’nın Son Kralı’ (2006) filmiyle, bu rolü canlandıran Forest Whitaker’e En İyi Yardımcı Aktör Oscar ve Altın Küre ödüllerini kazandırmıştı.

‘Whitney’ belgeseli sayısız rekor kırmış bir şarkıcının fırtınalı hayatının ardındaki skandalları, perde arkası olayları, sırları, zaferleri ve gizemiyle Whitney Houston efsanesi hakkında merak edilen detaylara ışık tutuyor.

 

PAUL DANO’NUN İLK YÖNETMENLİK DENEMESİ

‘Kan Dökülecek’ (2007, P.T. Anderson), ‘Küçük Gün Işığım’ (2006) gibi filmlerle Hollywood’un en iyi genç karakter aktörleri arasında gösterilen Paul Dano’nun ilk yönetmenlik denemesi ‘Yangın Yeri/Wildlife’ Cannes’ın yan bölümlerinden Yönetmenler Haftası’nda Açılış Filmi olarak gösterildi.

Konusu Richard Ford’un romanından alınan filmin senaryosunu Paul Dano, hayat arkadaşı Zoe Kazan ile birlikte yazdı. Sinemacı bir aileden gelen Zoe’nin babası, senaryo yazarı Nicholas Kazan, dedesi ise İstanbul doğumlu, iki Oscar Ödülü sahibi Elia Kazan.

60’lı yıllarda geçen konusuyla film, bir erkek çocuğun gözünden orta direk bir Amerikan ailesinin parçalanma sürecine odaklanıyor. Sakin ve sorunsuz bir çocuk olan Joe, annesinin (Carey Mulligan), silik ve kişiliksiz bir adam olan babasının (Jake Gyllenhaal) yokluğunda, ailenin sorumluluğunu üstlenmesine tanık oluyor.

Amerikan taşrasında birbirlerini severek evlenen bir çiftin tükenen evliliklerini çocukları Joe’nun gözünden nakleden film bir yeniyetmenin ailesiyle ilişkilerine de ışık tutuyor. Paul Dano’nun aksamayan, ilgiyi sürekli ayakta tutan mizansenine iki deneyimli oyuncu; Carey Mulligan ile Jake Gyllenhaal destek veriyor.

Richard Ford çağdaş Amerikan edebiyatının en ünlü roman yazarlarından (‘Bağımsızlık Günü’ Pulitzer Ödüllü) olmasına rağmen sinemaya az uyarlanan bir yazar. Paul Dano, Ford’un eseriyle yönetmenlik hayatına sağlam bir giriş yapıyor.