Jeannine Burk - Belçikalı küçük kız

Yabancı bir kadına teslim edilerek, Nazilerden gizlenmiş Belçikalı bir çocuk olan Jeannine Burk’un yürekler parçalayıcı öyküsünü kendi anlatımından okuyalım.

Sara YANAROCAK Kavram
30 Mayıs 2018 Çarşamba

Belçika, savaşın hemen başında tarafsız olduğunu ilan etmesine rağmen, Hitler hiçbir şeye aldırmadığı gibi, bu anlaşmayı da yok sayarak Belçika’yı işgal etti. Ne yazık ki Belçika Kralı ona karşı gelmedi ve destek verdi. Naziler içeri girdikleri zaman, Brüksel Yahudileri için yaşam koşulları cehenneme döndü. Gizlenmeye karar veren birçok Yahudi, direnişçilerin yer altı gruplarından yardım istediler. Babam ilk önce büyük ağabeyim için gizlenecek bir yer ayarladı. Ardından bana da gizlenerek, hayatta kalabileceğimiz evler buldu.

Babam bir gün beni bir arabaya bindirdi. Bu hatıra, bugün bile gözümün önünde, çünkü bu babamı son gördüğüm gündü. Arabayla yolun sonuna kadar gittikten sonra dışarı çıktık. Bir süre toprak bir yolda el ele yürüdük. Sonunda bir evin kapısının önünde durduk. Babam eliyle kapıyı tıklattı, bir kadın kapıyı açtı, birlikte içeriye girdik. Sonra beni orada bırakıp gitti.

Bu evin içinde tam iki yıl yaşadım. Arada bir evin arka avlusuna çıkıp, biraz temiz hava almama izin verilirdi. Karşı duvarda bulunan arka kapıdan dışarıya çıkmam kesinlikle yasaktı. Bu evde çok iyi korundum ama hiç sevgi ve şefkat görmedim. Beni hiç sevmediler. Çocukluğumun en önemli yıllarını neredeyse tek başıma ve sevgisiz geçirdim. Çünkü ben bir Yahudi’ydim.

Naziler sık sık geçit töreni yaparlardı. Sokak aralarından geçerlerken, herkes kapılarını açar, onları seyrederlerdi. Beni koruyan kadın da kapısını açar onları izlerdi ama önce beni arka odaya sokup kapıyı kilitlerdi. Ben o sırada titreyerek yerimde oturur ve beklerdim. Aslında neden korktuğumu tam olarak bilmezdim ama yine de titrer dururdum işte. Arka avlu daracıktı. Arada bir oraya çıkar, bir köşede durur, sessizce etrafıma bakardım.

Sürekli olarak gizlenen bir çocuktum

Oyuncaklarım yoktu, sadece arka avluya çıkmama izin verdiklerinde, temiz hava alabilirdim. Hayali arkadaşlar yaratır ve onlarla oyunlar oynardım. Onlarla öpüşür, sarılır, gülüşürdük. İşte çocukluğumun tam iki yılı böyle geçti.

Hikâyenin geri kalan kısmını bana ablam anlattı. Ağabeyim benden 12 yaş daha büyüktü. O da Hıristiyan çocuklara ait bir erkek çocuk evinde gizlenmişti. Ablam ise benden 8 yaş büyüktü. Ablam rahat yürüyemezdi çünkü osteomyelitis adlı bir kemik hastalığı vardı. Ablamın daha sonra bana anlattıklarına göre; bizi bazı komşularımız ihbar etmişlerdi. Bir sabah saat 5’te Gestapo, bizimkileri ihbar eden komşuların kapısından içeri girip arka bahçeye çıkıp duvarın üstünden atlayıp, bizim evin arka kapısını omuz atarak kırmışlar ve evimize dalmışlardı. Ailem derin bir uykudayken korkuyla yerlerinden fırlamışlar. Gestapo babamı hemen silah zoruyla tutuklayıp dışarıda bekleyen bir kamyona bindirmiş. Annemi de almak istemişler ama annem gitmemek için direnmiş. Annem onlara ”isterseniz beni şuracıkta vurup öldürün ama ben hasta çocuğumu terk edemem” demiş. Gestapo şefi, ablamın üzerindeki battaniyeleri çekip alınca ablamın sakat bacaklarını görmüş. Gestapo bir an duraksadıktan sonra anneme ‘en kısa zamanda geri geleceklerini’ söyleyip evi terk etmiş.

Aynı gün annem, bir Katolik hastanesine telefon ederek ablam için yardım istemiş. Hastane yetkilileri ablamı hastaneye yatırmayı kabul etmiş. Bu bir mucizeydi. Bir ambulans göndererek onları hastaneye nakletmişler. Aslında Almanlar o dönemde, bütün hastanelere el koymuşlar ve sadece kendileri için kullanıyormuş. Hastanenin sadece küçük bir bölümü karantinadaki hastalara ayrılmıştı. Hemşireler, ablamın Almanların eline düşmemesi için onun mikrobik hastalıklar bölümünde yatmasının daha iyi olacağına karar vermişler. Böylece bu hasta Yahudi çocuk onların gözüne çarpmayacaktı. Ablam bu karantina odasında tam iki yılını yatarak geçirdi. Ablamı bu emin yere yerleştirdikten sonra, annem de şehir dışında, daha evvelden ayarlanan bir yerde gizlenmeye başlamış. Bu bir hemşire eviydi. Yahudilerin klişe tipleri olan siyah saç ve iri burunların aksine annem sarışın ve mavi gözlüydü. O yüzden orada gizlendiği sürece etrafta rahatça dolaşıp, hemşirelik yapabiliyordu.

Nazilerden kurtuluş

Hatırlıyorum 1944 yılının bir sonbahar günü, annem emanet edildiğim eve gelip beni almıştı. Ardından hastaneye gidip ablamı da aldık. Ablamın bacakları düzelmişti ve artık rahatça her yere yürüyebiliyordu. Ağabeyim nerede olduğumuzu öğrenip yanımıza gelmişti. Bir gün sokakta farklı askerler gördük. Herkes dışarıdaydı ve yüzler gülüyordu. Her ailenin yanında bir iki asker vardı. Askerler bana çikolata verdiler. Bu olayın hemen ardından okula gitmeye başladığımı hatırlıyorum.

Babamın eve geri dönmesini uzun zaman bekledik. Hayatta kalabilenler yavaş yavaş evlerine geri dönmeye başlamışlardı. Annem, ağabeyim ve ablamla birlikte trenin geliş saatinde, evimizin önüne çıkıp babamın eve dönmesini umut ve sabırla bekliyorduk. Ama o bir türlü gelmiyordu. Sonunda savaşta kaybolanları araştıran ofise başvurduğumuzda, babamızın Auschwitz’ de gaz odasına katledildiğini acıyla öğrendik. Eğer babamı almaya geldiklerinde ben de onların yanında olsaydım, babamla beraber kamyona atıp götürecekler ve orada birlikte can verecektik. Çünkü küçük çocukları Auschwitz’e getirdikleri zaman derhal gaz odasına götürüp katlederlerdi.

Babamın gerçekten öldüğünü asla kabullenemedim. Ailemden bana kalan tek bir fotoğrafım bile yoktu. Sadece babamla birlikte olduğumuz küçük bir fotoğraf hariç. Hep düşünürdüm, niçin bütün ailemiz, beşimiz birden birlikte değildik? Bunun tek nedeni sadece Yahudi olmamızdı. Oysa babam çok iyi bir adamdı. Hiç kimseyi öldürmemişti. Kimsenin malını çalmamıştı. Ama yine de katledilmişti işte. Onu alıp öylece götürmüşlerdi. Çünkü o bir Yahudi’ydi.

Savaştan sonra

Savaştan sonra annem bizi korumak için çok mücadele vermişti. Hiçbir şeyimiz yoktu. Çok yoksulduk. Annem göğüs kanseri oldu. Bir memesini aldılar ama çok geç kalınmıştı. Hastalık her tarafını sarmıştı. Ölüme çok yaklaştığını kendi de biliyordu. Hastanede yatarken bir akşam hepimizi etrafına topladı. Bana bakarak “senin çok iyi bir kız olmanı istiyorum” dedi. Ağabeyimin karısı beni yanına alarak kendi evlerine götürdü. Annem o sabaha karşı ölmüştü. Öldüğü zaman sadece 45 yaşındaydı.

Annem 1950 yılının şubat ayında vefat etmişti. Mart 1950 yılında, ‘Amerikalı Çalışan Alman Kadınlar Derneği’, aralarında bir fon oluşturarak, Avrupa’da Holokost mağduru olan beş çocuğu ABD’ye getirtmeye karar verdiler. Bu teşkilat, Fransa’dan iki, İtalya’dan iki ve Belçika’dan bir çocuk seçmeye karar verdi. Bizim okulun müdürü başımıza geleni çok iyi biliyordu. O yüzden ablamla beni seçti. İkimiz de bu hayatta güzel olan hiçbir şey görmemiştik. O yüzden bu gezi bizim için mucize gibi bir şeydi. Oradaki yardımsever kadınlar bizleri bir oyuncakçıya götürmüş ve ne istiyorsak alabileceğimizi söylemişlerdi. Kendime çok güzel bir oyuncak bebek seçmiştim. Başka hiçbir şey almadım. Orada geçen altı hafta adeta bir rüya gibiydi.

Belçika’ya geri döndükten sonra Amerikalı Savage ailesinden bir mektup aldım. Yaptığımız seyahat sırasında bizlerle konuşan ve Yidiş dilinde yayın yapan bir gazetede bu röportajları okuyan, yıllarca önce Amerika’ya göç eden babamın ablalarından biri, benim kim olduğumu anladı ve Savage ailesiyle iletişime geçerek bana nasıl ulaşabileceğini sordu. Savage ailesi beni Amerika’ya davet ediyordu. Belçika’dan yalnız başıma ayrılmak, benim için travmaların en büyüğü olmuştu. Ablama ve ağabeyime küsmüştüm. Bana göre, artık evlendikleri için beni yanlarında fazlalık gibi görüyorlardı.

ABD yolcusu

Savage ailesi, bana göçmen vizesi alabilmek için büyük mücadele vermişlerdi. Sonunda kendimi, beni Amerika’ya götürecek olan Sabena uçağının içinde buluverdim. Yolculuk tam 18 saat sürdü. Greenland’de bir süre duran uçaktan dışarıya çıktığımızda, ömrümde ilk defa koca bir külah dondurma yedim. Alışık olmadığım için uçak yeniden havalanınca, felaket hasta oldum. Neyse ki hostesler yanımdaydı. Uçak nihayet New York’a indiği zaman, aklıma gelen ilk şey koltukların arasına saklanmak ve eve geri dönmek oldu.

Amerika’ya vardığım gün doğum günümdü. Tam 12 yaşındaydım. Tek bir kelime İngilizce bilmiyordum. Beni almaya kimlerin geleceğini bile bilmiyordum. Savage ailesi beni ilk gördükleri an, gözleri yuvalarından fırladı. Bir deri bir kemik sıska bir kızdım. Yaklaşık 30-32 kiloydum. Daha sonra anlattıklarına göre, beni banyoda yıkarlarken cildimin adeta gri renkte olduğunu söylemişlerdi. Yeni ailem beni evlat edindi. Beslediler, okuttular ve sevgiyle büyüttüler. Yıllar öylece aktı gitti. Çok genç yaşta evlendim ve iki oğlum oldu. Daha sonra eşimle boşandık. Uzun bir zaman yalnız yaşadım. Daha sonra Maurice ile tanıştım. Onunla, eski kocamın ailesi sayesinde tanışmıştık. Maurice dört çocuklu dul bir adamdı. Onunla Atlantic City’de tanıştığımızda hem bir berber dükkânında çalışıyor, hem de kendi kuarteti ile barlarda müzik yapıyordu. Dünyanın en iyi insanıydı. Sonunda Tanrı yüzüme gülmüştü. Evlendik ve bugün altı harika çocuğumuz ve dokuz torunumuz var.

Holokost’ta hayatta kalanlar toplantısı

Aslında ‘Yeni Amerikalılar Sosyal Kulübü’ne üye olana kadar, hiçbir zaman Holokost hakkında konuşmamıştım ve görmezden gelmeye çalışmıştım. Bunun nedenleri arasında bir az utanç, biraz da suçluluk duygusu vardı.

1985 yılında Philadelphia’da gerçekleşen ‘Holokost’ta hayatta kalanların bir toplantısına katıldım. Bu inanılmaz bir deneyimdi. Elie Wiesel bize orada bir konuşma yaptı. Etrafımdaki herkes Holokost’ta acı çekmiş, benden çok daha fazla ağır şeyler yaşamış insanlardı. Hepimiz Holokost’dan kurtulup hayatta kalabilmiş insanlardık.

Bu karşılaşmada Almanların tuttukları kayıtları ve eylemlerini anlatan, uzun listeler içeren bir kitap vardı. Almanlar çok disiplinli olduklarından olmalı ki, yaptıkları bütün kötülükleri ve işledikleri cinayetleri tek tek kayıt edip belgesel haline getirmişlerdi. Bu kitapta toplama kamplarına götürülen bütün insanların tek tek isimleri ve akıbetleri yazılıydı. İşte orada, ilk defa babamın adını kendi gözlerimle gördüm. Yıllar boyunca böyle bir kanıta rast gelmek benim için tamamen bir fanteziydi. Ama Philadelphia’da onun adını kitaptaki ölüm listesinde görmüştüm. Bu kitapta ayrıca oradan kurtulup geriye dönenlerin isimleri de vardı. Ama babamın adına bu listelerde hiç rastlamadım.

İlk defa kendimi, tam olarak dibe batmış gibi hissettim. Babam asla geriye dönmeyecekti. Bereket ki ablam ve eniştem yanımdaydılar. Yoksa buna katlanmam bir felaket olacaktı.

Philadelphia buluşmasında, salonda bir sahne vardı. Hayatta kalanlar sahneye çıkıp “köyümden birileri var mı?” veya ”ben falanca kamptan kurtuldum” deyip kendini tanıtıyor ve sorular soruyordu. Hâlâ içlerinde tanıdık birilerine rastlama umudu taşıyorlardı. Bu insanların yıllar sonra bile birilerini araştırıp, bulmaya çalışmaları yürek parçalayıcıydı. İnsanlar hâlâ bir şeyler umuyorlardı.

Sanıyorum ki annemle babam, o Belçikalı kadına beni gizlemesi için oldukça büyük bir meblağ ödemişlerdi. Eğer beni ona bırakmasalardı,  ben de burada olamayacaktım. Bu kadının nerede yaşadığını hiç bilemedim. Ablam ve ağabeyim de bilmiyorlardı. Babam zaten öldürüldü, annem de ben daha 10 yaşımdayken ölmüştü. Sadece ikisi bu kadının kim olduğunu ve nerede yaşadığını biliyorlardı. Eminim ki artık bu kadın da hayatta değildir, ama belki çocukları vardır. O’na çok teşekkür etmek isterdim ama yapamam. Çünkü kim olduğunu hiç bilmiyorum. O sırada sadece üç yaşındaydım. Hatırlayabilmem imkânsız. Artık uzun zamandır her şeyi aramaktan vazgeçtim. Sanıyorum ki hayatta kalabilen birçok insan, kesinlikle suçluluk duyuyorlardır. “Ben neden hayattayım? Peki, babam neden öldü?” diyerek.  Belki de Tanrı beni bir görev için seçti. Bütün bunları anlatıp, bir farkındalık yaratabilmem için.

Bazı kişiler bana sorarlar bağışlayabilir miyim diye. Hayır, bunu yapamam. Onları asla bağışlayamam. Ben tüm Alman halkını çok fazla suçlu görüyorum. Zira onların bu konuda çok pasif davrandıklarını düşünüyorum. Farklı davranabilirlerdi. Yüreklilik ve cesaret gösterip bu yapılanları görmezlikten gelmeyebilirlerdi. Bu asla kabul edilemez. Onlar bunu tek tek itiraf edip, suçlarını üstlenene kadar onları asla affetmeyeceğim.