‘Sen’de yaşayan bir ‘Ben’

Avram VENTURA Köşe Yazısı
16 Mayıs 2018 Çarşamba

Deneme türünün babası sayılan Montaigne, aradan dört yüz yılı aşkın bir zaman geçmesine karşın, yazdıkları hala güncel ve her kesimden insan tarafından severek okunuyor. Denemelerinde olağan dışı hiçbir şey yok. Çoğunlukla kendini odak noktasına koyarak, sevdiği düşünürlerin görüşlerine sığınarak, yalın bir anlatımla okuyucuya yaklaşıyor. Bu alçakgönüllü duruşuna karşın, Montaigne’e her çağda gösterilen ilginin hiç eksilmediğini söyleyebiliriz. Onun hakkında yazanların buluştukları ortak nokta, bu denli sevilmesinin ve giderek daha çok okuyucuya ulaşmasının biricik nedeni, yalnızca kendini anlatmasından kaynaklanıyor. Denemelerinde yer alan “bana göre” ya da “bildiğim kadarıyla” ifadeleri, Montaigne’in içtenlikli yaklaşımını en yalın haliyle ortaya koymaktadır.

Gazeteci Bernard Levin, 1991 yılında The Times için yazdığı bir makalede şöyle diyor:

“Montaigne okurken aniden kitabı kapatıp şu soruyu kendine sormayan varsa alnını karışlarım: Benim hakkımda bu kadar çok şeyi nereden biliyor?”

Hiçbirimiz, yaşadıklarımızla bu dünyada biricik değiliz! Benim başıma gelen bir olayın bire bir aynısı ya da benzeri, yeryüzündeki binlerce insanın da başından mutlaka geçmiş veya geçmesi olasıdır. Bu yüzden paylaştığım duygu ve düşünceler kadar yaşadığım kimi olaylar, okunduklarında başkalarına hiç yabancı gelmiyor. Ben yalnızca kendi biçemimle dile getiriyor, bir bakıma anımsatıyorum. Böylece kendimi anlatırken, ömrüm boyunca hiç tanımadığım, bilmediğim insanların hayatlarına da dokunmuş oluyorum.

Uzun yıllar, kimi yazarlar kendilerinden söz etmeyi ayıp saydılar. Bu yüzden yazılarını birer gözlemci gibi kaleme aldılar. Bunların söyledikleri tümüyle doğru olsa da, yaşanmışlıkları paylaşanlar kadar inandırıcı olmaları beklenemez. Bir roman kahramanının anlatılan yaşamı, bire bir yazarın benzeri bile olsa, olay örgüsü içinde onun, bir kurgu olabileceği sanısına kapılırız. Bir öykü ya da roman için de doğal olanı budur. Oysaki bir deneme türünün sınırları içinde, içtenlikle anlatılan bir olay, bizi daha çabuk etkisi altına alabiliyor. Bu şekilde yazarını daha iyi anlamaya çalışıyor, onunla duygudaşlık kurabiliyoruz.

Nitekim gözlemliyoruz: Son yıllarda hızla çoğalan blog yazarlığı, sosyal medyada görülen paylaşımlar, bu kendimizi anlatma gereksinimimizin bir sonucudur. Her an milyonlarca insan yazdıklarıyla kendilerinden söz ediyor, özel hayatlarındaki ayrıntıları anlatıyor, fotoğraflarını paylaşıyor, beğenilmeyi bekliyorlar. Kimileri de neredeyse yazdıklarını zorla beğendirmeye çalışıyorlar. Başkalarına esin konusu olabilecek duygu, düşünce ve deneyimlerin paylaşımını anlıyorum. Ya özel hayatları?.. İşte buna bir anlam veremiyorum. Daha doğrusu bilgi dışındaki bu tür paylaşımların, başkalarını rahatsız etmeyecek sınırlar içinde olmaları gerektiğini düşünüyorum.

Söze Montaigne ile başladık, yine onunla ilgili söylenmiş bir sözle noktalayalım.

Ünlü yazar Stefan Zweig, bir dosta gereksinim duyduğunda, tek gerçek arkadaşının Montaigne olduğunu görmüş. Onun için şöyle diyor:

“İşte buradaki ‘sen’de yaşayan bir ‘ben’ var. İşte burası, bütün uzaklıkların ortadan kalktığı yer. Basılı sayfa gözden yiter, kanlı canlı biri odaya girer. Dört yüz yıl duman gibi dağılır gider.”

 

 

 

—————————————————————————