Bir Utanç Belgesi

17 Mayıs 1939 tarihinde Beyaz Kitap yayınlandığında, David Ben Gurion, “Şeytanın kendisi bile bundan daha korkunç bir karabasan yaratamazdı…” diye yazar günlüğüne. Beyaz Kitap’la İngiliz hükümeti Balfur Deklarasyonun temelini dinamitlemiştir ona göre…

Marsel RUSSO Perspektif
28 Şubat 2018 Çarşamba

İngilizler Arap İsyanını bastırmak için çalışa dursunlar, Avrupa’da savaş tamtamları iyiden iyiye çalmaya başlamıştı. Ortadoğu’daki İngiliz yetkililer Londra’yı mesaj yağmuruna tutuyordu. Olası bir savaşta Arapların davranışlarının bölgede belirleyici olacağı kesindi. Amman’daki Britanyalı bir yetkiliye göre, Araplar, Avrupa’da Londra’nın bir açmaza düşmesini kollayacaklar ve hemen ertesinde azımsanmayacak sorunlar yaratacaklardı; dolayısı ile kendilerine ivedi bir şekilde özgürlük tanımak iyi bir fikir olabilirdi: “Bu aramızdaki ilişkilerin dostane gelişmesini sağlayacaktır. Şimdilerde bize karşı hareket ediyor olsalar da olası bir savaşta en azından sessiz kalacaklardır…” diye yazar aynı kişi.

Başka bir görüş de İngilizlerin Nazi Almanya’sından kaçan Yahudilere bu denli hoşgörülü olmaması gerektiğine vurgu yapıyordu. Acaba Filistin’e Yahudi göçünü kısıtlamak, askıya almak ya da tamamen yasaklamak, böylesi zor bir döneme girerken, iyi olmaz mıydı? Zaten Yahudilerin Avrupa’daki gücü de Naziler karşısında erimiş, bunla eş zamanlı Ortadoğu’da Arapların önemi artmaya başlamıştı.

Öte yandan Weizmann ile Ben Gurion arasındaki güç yarışı da Yahudi siyasi hareketini iyiden iyiye hırpalamaya başlamıştı. Weizmann, Ben Gurion’un yişuv’un tek patronu olmak konusundaki baskısı ile karşılaşmış, Filistin’deki yişuv yönetimi ile Londra’daki siyasi merkezi arasındaki diyalog neredeyse onarılamayacak yaralar almıştı. İngilizler için Ben Gurion önemi artan bir siyaset adamı olma yolundaydı, ancak asla Yahudi toplumunun lideri konumunda değildi. Eski genel vali, şimdinin Sömürgeler Bakanı Malcolm MacDonald ile arasındaki samimi ilişki bile, İngilizlerin gözünde Ben Gurion’u Weizmann’ın önüne çekemiyordu.

İngilizlerin kafası her zamankinden çok karışmıştı. İşin içine bir de Amerikan Yahudileri girmişti. Gerçi, Avrupa’da Yahudileri hedef alan olaylar konusunda Başkan Roosvelt’i harekete geçirmekte başarılı olamamışlardı. Roosvelt başkanlığı devralmasından bu yana geliştirdiği izolasyonist siyaset sayesinde, öncelikle Amerika’nın 1929 büyük ekonomik buhranından en az etkilenmiş şekilde çıkmasını sağlamıştı ve bu görüşü kısa zamanda bırakmak arzusunda değildi.

Bu durumda, Yahudiler Nazizm’in artan baskısı karşısında İngiltere ile baş başa kalmışlardı. Durumu, Başbakan Neville Chamberlein şöyle özetler: “Eğer Filistin’de bir tarafı karşımıza almamız gerekirse, bu Yahudiler olmalıdır, Araplar değil. Irak’ı, Mısır’ı ve Filistin’i Avrupa’da olası bir savaş esnasında kontrol altında tutmak, Araplar ile iyi ilişkiler içinde olmayı gerektirir. Unutmamak gerekir ki böylesi bir savaşta, Yahudilerin İngilizler ile hareket etmekten başka bir seçenekleri yok. Oysa Araplar pekâlâ Almanlar ile işbirliğine girebilirler ve bize karşı ciddi bir cephe oluşturabilirler...”

Tarih Şubat 1939

İngilizler, Balfur Deklarasyonuna ayar verilmesi şeklinde ifade edilebilecek, Filistin politikalarındaki bu dönüşü ilan etmeden önce, Araplarla Yahudileri St. James Sarayında bir toplantıya çağırır. Bu konferans tarafları ikna etmek, onlara alınan kararları tebliğ etmek için toplanmamıştı. Bu konferans taraflar arasında bir anlaşma sağlamak için de toplanmamıştı. İngilizlerin yapmak istedikleri yalnızca, Arap ve Yahudilere, oyunu hâlâ ‘fair play’ kuralları ile oynadıklarını göstermekti, ancak hesapları tutmadı.

Başbakan Chamberlain, Dışişleri Bakanı Lord Halifax, Sömürgeler Bakanı MacDonald, diğer ilgili bakanlar, parlamento temsilcileri, müsteşarlar… İngilizler toplantıya aşırı bir ilgi göstermişlerdi. Zaten sarayın ihtişamı da bunun kanıtıydı adeta...

Toplantılar, saraya değişik kapılardan giren heyetlerle ayrı ayrı yürütülüyordu. Arap delegasyonunda hem Arap devletlerinin hem de Filistin’deki Arap halkının Seyşel Adalarına sürgüne gönderilmiş temsilcileri vardı. Arapların, Müftü tarafından temsil edilmesi istekleri İngilizler tarafından reddedilmişti. Oysa Ben Gurion’a göre böylesi bir temsil Yahudilerin elini güçlendirecekti. Doğrudan terör ile ilişki içinde olduğu İngilizler tarafından bilinen birine karşı argümanlar öne sürmek, bunu içinde ılımlıların da bulunduğu bir heyete karşı yapmaktan çok daha kolay olacaktı, şüphesiz.

Arap Delegasyonu Başkanı Cemal El-Hüseyniydi. Heyette Musa Alami ve George Antonius gibi İngilizlerle iyi ilişkiler içinde olan Filistin’deki Arap toplumunun etkin isimleri vardı. “Araplar konferans başlamadan kazanmışlardı…” diye yazıyor Ben Gurion anılarında: “Hem terör uyguluyorlardı, hem de böylesi bir toplantıya davet ediliyorlardı…”

Yahudi heyeti ise Haim Weizmann başkanlığında 20 kişilik bir gruptu. Aralarında David Ben Gurion, Yitzhak Ben-Zvi, Moşe Şertok gibi isimler vardı. Toplantı öncesi, gündem ve yöntem hakkında birçok girişimlerde bulunmuşlar ve konunun hangi doğrultuda tartışılması gerektiği noktasında fikir ve görüşlerini İngilizlerle paylaşmışlardı.

Konferans, siyasi bilimler, diplomasi eğitimi ve müzakere süreci konusunda son derece zengin deneyimleri içerecekti. Kâh Araplar kâh Yahudiler toplantı süresince derin tarihi kanıtlar öne sürme gayret ve telaşı ile Filistin’in kendilerine ait olduğunu ispat etmeye çalışırlar.

Araplar, halen o güne dek kamuoyunun bilgisine açılmamış ve aralarında MacMahon’un mektubunun da bulunduğu belgeleri öne sürerler ve bunların en kısa zamanda açıklanmasını isterler. İngilizler ilk önce buna karşı büyük bir direnç gösterseler de, sonra bu baskıya boyun eğeceklerdir. Gerçi mektup ve belgeler Filistin’in bölgede kurulacak Arap Devleti sınırları içinde yer alacağını teyit etmiyordu, ancak İngilizlerin bu konuda bazı angajmanlara girdiklerini gösteriyordu ki, bu Arapları teknik olarak bir adım öne çıkarıyordu.

Arapların ikinci etapta gündeme getirdikleri Yahudi göçü konusuydu. Sömürgeler Bakanı MacDonald, daha önce ifade ettiğinin aksine, Yahudi göçünün tamamen durdurulması fikrinden vazgeçmiş görünüyordu. Göçün en azından, artık kesin gözüyle bakılan savaş süresince devam etmesi gereği üzerinde duruyor ve Araplara bunda sorun çıkarmamaları için tavizkar bile davranıyordu. Hatta “…böylesi isteklerde bulunmak Yahudi halkının karakterinde var…” şeklinde bir gafla Arap heyetinin gönlünü almaya çalışıyor, kendilerine her tür güvencenin verileceğinin altını çiziyordu.

Araplar ise Yahudi göçünün durdurulmasını ve bu konuda kendilerine savaş sonrasında da tam kontrol verilmesini istiyorlardı. Ondan öte, kendilerine oluşturulacak devlet yapısında -demokratik teamüller içinde kalmak kaydı ile- çoğunluk rolü verilmesini, İngilizlerin bölgeyi hemen terk etmemelerini de talep ediyorlardı.

Neticede konferansta Yahudilere çok da rol düşmemişti. Onların talepleri zaten biliniyordu. Bu toplantı sanki İngilizlerin Arapları ikna etmeleri, onlardan tavizler koparmaları için yapılmıştı. Yahudi heyeti, görüşmeler boyunca MacDonald’ın bu konuda yaptığı müzakereleri izlemişti. Chamberlain, Yahudilere talepleri konusunda samimi olduğunun altını çizerken, babasının seneler önce Herzl ile olan görüşmelerini, Uganda Projesi kapsamında Yahudilere yaptığı önerileri dile getirmişti. Kimse bu samimiyetten kuşku duymuyordu, ancak Başbakan’ın kendi hükümet toplantılarının hiçbirinde konuyu Yahudiler lehine işlediğini söylemek de mümkün değildi.

Zaten savaşın hemen eşiğinde, Mayıs 1939’da yayınlanan Beyaz Kitap, İngilizlerin Filistin için düşündüklerini ortaya koyacaktır. St James toplantısının ardından yapılan birçok değerlendirmenin sonucu oluşan bu metinde Büyük Britanya İmparatorluğu on sene içinde Filistin’den çekileceğini ve burada iki uluslu bir devletin kurulacağını ilan eder.

 

Beyaz Kitap

17 Mayıs 1939 tarihli Beyaz Kitap’ta, Londra toplantılarının ve dünyadaki konjonktürün paralelinde, Arapların birçok isteği karşılanır. Genel hatları ile Filistin’e Yahudi göçü, gelecek beş yıl boyunca, senede azami 15 bin kişilik bir kontenjan çerçevesinde devam edecektir. Bu süreden sonra göçün devamı Arapların onayına bağlı kalacaktır. Yahudilerin toprak edinmeleri bazı bölgelerde tamamen yasaklanacak, bazı bölgelerde ise sınırlamalar dahilinde mümkün olacaktır.

Yahudilerin böylesi bir metni kabul edecekleri veya böylesi bir metne boyun eğecekleri beklenemezdi. İngilizleri esas şaşırtan birçok istekleri neredeyse müzakeresiz şekilde kabul edilen Arapların, yayınlanan deklarasyona olan tepkileri olmuştu. Araplara göre Filistin’de hemen bir Arap Devleti kurulmalı, bu topraklara Yahudi göçü kesinlikle durdurulmalı, dahası, buraya 1918’den itibaren göç etmiş her Yahudi’nin statüsü yeniden gözden geçirilmelidir. Ben Gurion yayınlanan Beyaz Kitabı çok ciddi bir darbe olarak niteler: “Bundan daha kötü, zavallı ve dar görüşlü bir metin kaleme alınamazdı.” Gerçekte İngiliz hükümeti Balfur Deklarasyonun temelini dinamitlemiştir ona göre... “Şeytanın kendisi bile bundan daha korkunç bir karabasan yaratamazdı…” diye yazar günlüğüne. İngiltere’nin ilan ettiği yeni siyaset Yahudileri her yerde olumsuz etkilemişti. Filistin’de İngilizlere karşı beyanatlar, gösteriler, grevler gündelik hayatın bir parçası olmuştu. Yahudi gençlerinin sokak ve meydanlarda gerçekleştirdikleri mitinglerde taşıdıkları pankartlarda, Beyaz Kitap Nürnberg Yasaları ile, MacDonald ise Hitler ile özdeşleştiriliyordu.

Beyaz Kitabın yayınlanması ile savaşın başlaması arasındaki kısa sürede İngilizler bu kez Yahudi saldırılarından nasiplerini almışlardı. Hagana’nın pasif politikasını onaylamayan ve seneler önce kendi komuta idaresini ve milis kuvvetini kuran Revizyonistlerin Etzel (İrgun) grubu, İngiliz hedeflerine saldırılarda bulunuyor, telefon kabinlerini uçuruyor, hükümete bağlı işyerlerini bombalıyor, döşediği mayınlarla Kudüs’teki postaneyi havaya uçuruyordu. Aynı zamanda Araplara karşı saldırılara da devam ediyordu. Kendi hesabına göre bu kısa zaman zarfında Etzel 130 kişiyi öldürmüştü. Olaylar kontrolden çıkmaya başlamıştı. Etzel komutanı Davit Raziel ve bazı arkadaşları tutuklanmış ve ağır işkenceler gördükleri, sokaklarda konuşulur olmuştu. Bir kadın tutukluya kötü davranışlarda bulunduğu tespit edilen İngiliz polis görevlisi sokak ortasında suikasta kurban gitmişti.

Artan tansiyon İngilizleri Ben Gurion’un ‘İşçi Hareketi’ ile karşı karşıya bırakmaya başlar. O ana dek yişuv’da siyasi gündemi tayin eden ekibin oluşturduğu mekanizma İşçi Hareketi altında vücut buluyor, İşçi Sendikası Histardut’tan savunma örgütü Hagana’ya, bir dizi Yahudi oluşumu, İngilizlerin de ses çıkarmaması ile gündelik yaşantıya yön veriyordu. Ancak Etzel’in, İngilizlerin Yahudi halkının temsilcisi olarak gördüğü bu ekipten bağımsız hareket etmesi ve terör eylemleri gerçekleştirmeye başlamasını hoş görmek olanaksızdı. İşçi hareketi buna cevap vermekte zorlanıyordu.

Ben Gurion bu saldırıların temelinde İngilizlerin Beyaz Kitap ile bölgeye göçü büyük oranda kısıtlamaları olduğunu, Etzel’in saldırılarının bir ‘göç terörü’ olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade eder. Ben Gurion’un cevabı İşçi Hareketinin olaylara tepkisini içeriyordu:

“Almanya, Avusturya ve Avrupa’nın birçok bölgesinden Yahudi gençlerini sahillere yığacağız ve İngilizleri zorlayacağız: Onları Avrupa’ya geri göndermek, ya da hemen orada öldürmek arasında tercihte bulunmaya zorlayacağız.” Böylesi bir durumun hem dünyada, hem de özellikle Amerika ve İngiltere’de ‘insani bilinci’ hareketlendireceğini umuyordu.

Tarih bunun pek de öyle gerçekleşmediğini gösterecekti...