Bu da ‘Küründen bir Kabare’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
7 Şubat 2018 Çarşamba

Biz diğerlerinin kiriyiz. Onlar her pisliği yapıp, ellerini yıkayıp korunaklı yaşamlarına dönerken biz onların kiri olarak göze batmaya devam ediyoruz. Belki de ne olduklarını kendilerine hatırlattığımız, yüzlerine bir tokat attığımız içindir bizden uzak kalmaları ya da nefret etmeleri. Sadece ibnelik dönmelik falan da değil konu; her neyden saklanıyor ve kaçıyorlarsa bizi görünce yüzleşmek zorunda kalıyorlar belli ki. Yüzlerine taktıkları maskeleri düşüyor, olmak istedikleri ama asla olamadıkları şeyi hatırlatıyoruzdur belki de. Böyle dimdik ayaklarımızın üzerinde durmamız rahatsız ediyor demek ki. Yoksa durduk yere kim kimden bu kadar nefret eder ki?  Saçımı uzatmam, memelerime ameliyatla poşet içinde serum koydurmam neden rahatsız etsin ki bir başkasını. Bacak aramda olanın uzunlu kısalığı, varlığı, yokluğu niye çıldırtır bir başkasını. Yoksa olmak istediği ben miyim? Ya da olamadığını hatırlatan. O ya da bu fark etmez, işte ben gerçeğin ta kendisiyim. Acıtan da bu gerçek. Size bir şey diyeyim mi? Tarihi gerçekten ezilenler yazacaksa, başrol bizim olmalı.

Diyarbakırlı Deli Serpil

 

 

Yıllarca yoğun olarak tiyatro izlerseniz, bir takım ‘aficionado’larla sık sık karşılaşırsınız. Bazılarının adını bile bilmeseniz, ortak sevgiliniz tiyatroyla ilgili sohbet etmek, aranızda farklı ve beklenmedik yakınlıkta bir bağ oluşturur.  Geçen sezonun sonlarına doğru, seyretmiş olduğumuz oyunlara ait derinlikli yorumlarıyla tutkulu meraklının ötesinde gerçek bir tiyatrocu izlenimi bırakan Seyhan Arman’la tanışıklığımız böyle başladı. Haklıymışım, 1980 Adana doğumlu Seyhan tiyatroya 1994’te başlayan bir oyuncu ve yazar. Birçok dizi ve filmde oynamış,‘Teslimiyet’le (2010), 22. Ankara Uluslararası Film Festivali ‘Seçici Kurul Oyunculuk Özel Ödülü’ almış. Başrolünde oynadığı Merve Gezen’nin ‘Nerdesin Aşkım’ (2016) adlı kısa filminin çok sayıda uluslararası ödülü var. 2016’da yakılarak öldürülen trans birey Hande Kader’i canlandırdığı ‘Kuyu’ (2017), AB İnsan Hakları Kısa Film Yarışmasında üçüncü olmuş. Aktivist Arman, sosyal sorumluluk projelerine verdiği destek ve bireysel yardım projeleriyle 2016’da oyunculuğu ve sosyal sorumluluk projeleriyle ‘BBC 100 Women’da yer almış.

Nezaketle “henüz oyunuma gelemediniz” diye birkaç kez çağırmış olduğu tek kişilik müzikli gösterisi ‘Küründen Kabare’ye nihayet gidebildim. İyi ki de gitmişim.

İnsanlarla konuşurken gözlerinin içine baktığımdan, otuzlu yaşlarındaki bu zarif ve çekici genç kadının, boyunun biraz fazla uzun, sesinin biraz fazla kalın olduğunu, velhasıl geçmişte, hayatının bir dönemini erkek olarak yaşadığını epey geç fark etmiştim.

Yazdığı ve oynadığı tek kişilik ‘Küründen Kabare’de, bugün hâlâ toplumsal şiddetin en açık şekline maruz kalan bir trans bireyin hikâyesini bu kez farklılıklar üzerinden değil, benzerlikler üzerinden anlatmayı seçiyor ve seks işçiliği de yapmış, tacizler, karakollar, dayaklar da görmüş geçirmiş, sonuçta belki herkesten fazla ama aynı zamanda herkes gibi hayatta kalmak için direnen Serpil’in trajik ama bir o kadar da ironik hikâyesini, gerçek olaylarla kurguyu iç içe geçirerek sahneye taşıyor ve iliklerimize kadar işlemiş toplumsal ikiyüzlülüğümüzle bizi bir kez daha hesaplaşmaya çağırıyor.

Öykü bildik. Başarılı bir öğrenciyken, cinsel yönelimini fark eden ağabeyiyle babasının psikolojik ve fiziksel şiddetinden evden kaçışından,  Ankara’da başlayan, İstanbul’da devam eden seks işçiliğine, ‘çark’ deneyimlerinden, ilk uzun ilişkisine, korunma mekanizması olarak Diyarbakırlı Deli Serpil’e dönüşmesinden, otoban maceralarına, kurtuluşu bir call center’da çalışarak bulmasına, ya da pisi pisine katledilmesine, bu toplumda bir transseksüel olarak yaşamanın hikâyesi.  Çocukluğundan beri oyunculuk yapan, tiyatronun içinde büyüyen Seyhan, Serpil’in yaşadıklarını deneyimlememiş olabilir ama aktivist Seyhan LGBT ortamında mutlaka onlarca, yüzlerce Serpil tanımıştır. Bu yüzden öyküsünde müthiş bir gerçeklik, bir yaşanmışlık duygusu var.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. ‘Küründen Kabare’ hem tiyatroyu seven ve bilen izleyicilerin, hem ilk kez oyuna gelen seyircinin, hem olayla gönül bağı olan transların ve travestilerin beğenebileceği dört dörtlük bir tiyatro olmuş. Seyhan Arman, Serpil karakterini güçlü bir kadın, gerçek bir savaşçı olarak yazmış. Serpil, herkesin her gün daha fazla para kazanmak ya da işten kovulmamak, birine kendini beğendirmek ya da onaylanmak, iyi geçinmek, aman başını belaya sokmamak için şekilden şekle girdiği bir dünyada “kendi gibi olmak”tan başka bir ‘tercih’ yapmıyor. Öykü oluştuktan sonra dramaturg Sinem Özlek’le beş ay üzerinde çalışarak çok sağlam bir teatral metin oluşturmuşlar. Aslı Ersüzer, lubunca anal cinsel ilişki anlamındaki Koli sözcüğünden esinlenerek, tamamen üzerine çizim yapılmış kolilerden oluşturmuş. Serpil’in ‘orospu kostümü’ de müthiş.

Burada bir parantez açarak, lubunca, labunca ya da labunyaca’dan söz etmek gerekiyor. Eşcinselliğin suç sayılmasına karşı, diyalogların anlaşılmaması ve bu yolla hayatta kalmak amacıyla ortaya çıkan lubunca, günümüzde LGBT’lilerin cinsel yönelimlerini başkalarına açıklamadan birbirleri ile iletişime girebildikleri gizli bir dil olmuş. Yaklaşık dört yüz kelimelik lubunca, esas olarak çingene  argosundan türemiş olsa da, Yunanca, Arapça, Ermenice, Kürtçe ve  Fransızca gibi dillerden harmanlanmış terimler içermekte. Kür sözcüğü lubunca yalan anlamına geldiğinden oyun aslında ‘yalandan bir kabare’. İzleyiciyi,  ikiyüzlülüğüyle, kendimizden farklı olana yaşam hakkı tanımayışıyla, istemediği, kendine ait bulmadığı bedeni değiştirmeyi arzu edenlere anlayışla değil küçümseyerek, alay ederek yaklaşmasıyla yüzleşmeye çağıran bir kabare.   

Şarkı sözleri ve müzikleri de kendisine ait bu ‘one woman show’da Seyhan Arman’ın oyunculuğu da çok başarılı. Gerçek yaşamında çok daha kadın, çok daha düzgün, çok daha nazik Seyhan, sahnede, abartılı makyajı, dilinden düşmeyen lubuncasıyla fırtına gibi bir ‘dönme’ Serpil. Cazgırlığı ve ağzı bozukluğuyla o kadar doğal, o kadar inandırıcı ki, sanki karşımızda bir zamanlar Elmadağ ya da Osmanbey’de rastladığımız bir lubunya var. 

Keyifle, eğlenerek, duygulanarak ve de kendimizi sorgulayarak izlenen farklı, aykırı, müthiş etkileyici bir çalışma. Mutlaka izleyin. 12 Şubat Oyun Atölyesi, 19 Şubat Kadıköy Emek Sahnesi, 26 Şubat ikincikat ve sezon boyunca değişik mekânlarda.

Oyun Atölyesi’nde ‘Woyzeck’

Yapıtlarında insanları toplumsal, tarihsel ve psikolojik boyutları ile ele alan Karl Georg Büchner (1813-1837), modern tiyatronun gelişmesinde derin etkisi olan, 20. yüzyıl  Alman tiyatrosunun temellerini atmış bir yazar olarak görülür. 23 yaşında tifodan ölen Büchner, kısacık yaşamına sığdırdığı üç eserde bireyin adaletsiz toplumsal yaşam düzeni içinde yalnızlığını ve iletişimsizliğini ortaya koymaya çalışmış, halkın tarihsel konumunu, sıradan insanların yazgı sorunlarını ve monarşinin gülünçlüğünü işlemiştir.

Son yıllarında Alman romantik akımını aşarak, kuralcı dramatik tiyatro anlayışının dışına çıkan Büchner, ordunun ve doktorların genç bir adam üzerinde bıraktığı insanlıktan uzaklaştıran etkileri konu alan ‘Woyzeck’de, insan kişiliğini ezen toplumsal baskıyı ve bu baskıya karşı bilincin uyanışını yeni bir gerçekçilik anlayışıyla ele almıştır.

Büchner’in 1836 yılının Haziran ve Eylül ayları arasında yazmaya başladığı, 1821’de çekememezlik sonucu beraber yaşadığı kadını öldüren ve boynu vurularak idam edilen  Leipzig’li perukçu Johann Christian Woyzeck’in gerçek yaşam hikâyesine dayanan ‘Woyzeck’, 1837 yılında erken ölümüyle parçalar halinde ve eksik kalmıştı. İlk kez 1879’da Karl Emil Franzos tarafından düzenlenmiş haliyle yayımlandı.   

Franz Woyzeck, Almanya taşrasında bir kasabada görev yapmakta olan, metresi Marie’den de gayrimeşru bir çocuğu da olan düşük rütbeli bir askerdir. Daha fazla kazanmak amacıyla yüzbaşısı için adi işler yapmakta, doktorun araştırmalarında denek olarak yer almaktadır. Deneylerden birinde doktorun talimatıyla sadece bezelye yemeye başlayan Woyzeck’in akıl sağlığı bozulur ve bir dizi sanrı görmeye başlar. Ondan sıkılmış olan Marie ise yakışıklı askeri bando şefiyle ilişkiye girmiştir. Şüphe ve kıskançlık sonucu bando şefi ile yüzleşen Woyzeck aşağılanır, dayak yer ve artık dayanamayarak Marie’yi küçük bir göletin kenarında bıçaklar…

19. yüzyıl ortalarının çarpıcı toplumsal eleştirisinin günümüz seyircisi için artık bildik, eskimiş gelmesi normaldir. Bu sebeple yönetmen Muharrem Özcan, sular içinde oynanan, görselliğe ve toplu oyunculuğa dayanan deneysel ve parlak bir yorum yeğlemiş.

Özlem Karabay’ın sahne ve Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımlarıyla oluşturulan havuzda, oyuncular bedenlerine ve su içindeki yere vurarak yaptıkları ritmik müzikle dans edip şarkı söyleyerek (Müzik: Çağrı Beklen, Koreografi: Orçun Okurgan), 65 dakika süren dur durak bilmez bir devinimle Woyzeck’in öyküsünü izleyiciye aktarıyorlar.

Merkezine çok başarılı yorumuyla Woyzeck / Emre Yetim’i oturtan sahnelemede, diğer sekiz oyuncu (Marie, Ayça Koptur, Yüzbaşı, Aydın Şentürk, Doktor, Sefa Tantoğlu, Bando Çavuşu, Sinan Arslan, Andres, Yiğit Çakır, Çırak, Dilara Topuklular, Panayırcı, Numan  Aydın, Margaret, Hazal İspirli) canlandırdıkları karakterler için ayrılıp replikleri bittiğinde tekrar anonim olarak içine döndükleri bir tragedya korosu oluşturuyorlar.

Toplu beden kullanımı ve oyunculuk gösterisi dört dörtlük. Emre Yetim’in yavaş çekim koşusuysa müthiş.

‘Demode’ sayılabilecek bir metne çok etkileyici bir modern yorum. Sezon boyunca Oyun Atölyesi’nde.

Hepinize iyi seyirler dilerim.