Refael Avidor’dan rengarenk Galata

Refael Avidor, rengarenk, tarihe ışık tutan, ince detaylarla bakmamızı değil görmemizi sağlayan resimleri ile ikinci sergisini açtı. Mimar ve ressam kimliğini bir arada kullanan Refael Avidor’u yakından tanımak istedik.

Işıl AMANOEL Sanat
7 Şubat 2018 Çarşamba

Refael Avidor rengârenk, tarihe ışık tutan, ince detayları ile etrafımıza bakmamızı değil görmemizi sağlayan, birbirinden güzel ve özel resimlerinin ikinci sergisini açtı. Serginin konusu Yüksek Kaldırım ve Galip Dede. İlk sergisinin teması olan Galata bölgesinden çok uzaklaşmamasından bu bölgeye olan bağlılığını daha da hissedebiliyoruz. Sergisini, resimlerinin temasına en çok uyan mekânda Galata House’de gerçekleştiriyor. Kimilerimizin ‘restorasyon’ kelimesinin ne demek olduğunu unuttuğu bu günlerde, bu mekân adeta bir mücevher değerinde. Şu anda restoran olarak işletilen mekân, zamanında İngiliz Hapishanesi ve Karakolu olarak kullanılmış. Sergi, 18 Şubat’a kadar uzatıldı.

Mimar ve ressam kimliklerinin yanı sıra edebiyatla da uğraşan Refael Avidor’u daha yakından tanıyalım.

 

Bu rengarenk sergiyi henüz görmediyseniz Refael Avidor’un burada yaşamış olduğu hikâyeleri ve denk gelirseniz  mekân sahiplerinden  Mete Göktug‘un tarihi yarımadaya ait derin bilgileri eşliğinde gezmek ayrı  bir keyif. Hele bir de yukarıdan Nadire Hanım’ın piyanosu eşlik ediyorsa…

 Refael Avidor’u  bize biraz anlatır mısınız?

1946’da Kadıköy, Yeldeğirmeni’nde doğdum. Baba tarafım Kuzguncuklu. 19. yüzyılın sonunda, Kuzguncuk yangınından sonra Yeldeğirmeni’ne gelmişler.  Büyükannemle büyükbabam, burada o zamanlar yeni yapılan Hemdat İsrael Sinagogunda ilk evlenen çift olmuş.

Annem 1912 doğumlu. Babası Merkado Pardo. I. Dünya Savaşı’na gitti. Geri dönmedi. Artık Çanakkale mi Yemen mi, o kesin değil. Aile içinde değişik görüşler var.

1950’lerin sonuna doğru Şişli’ye taşınıyoruz. Babam muhasebeci. Annem evleninceye kadar çalışıyor. Ama sonra ev kadını. İki kardeşiz.

İlkokulu Şişli 19 Mayıs’ta, ortaokulu St. Michel’de, liseyi Saint-Benoit’da, üniversiteyi de İTÜ Mimarlık Fakültesinde okudum.

 Resim yapmaya ne zaman başladınız?  Yeteneğinizi ortaya çıkartan birileri oldu mu?

Çocukluğumdan beri resim yaparım. Hatta üniversiteye girerken tereddüt etmiştim, mimarlık mı okuyayım, resim mi diye.

Mimarlık resimden uzak değil. İkisi de ‘Güzel Sanat’. Esasında mimarlıkta da durmadan resim yapıyorsunuz. Aldığınız eğitim çerçevesinde elbette…

Mimarlık fakültesini bitirdikten sonra resim yapmaya devam ettim. Yalnızca mimari resimler değil… Örneğin bütün gezilerimde yanımda bir iki resim defteri ve bir-iki kutu pastel boya olurdu. Evdekiler, çevremdekiler resimlerimi beğenir, çerçeveletip asarlardı.

Bir keresinde çok değerli arkadaşım Nihat Fındıklı, nam-ı diğer Leonardo Usta, “Gitar çalarken resmimi yapacaksın” demişti. “Emrin olur ustam!” dedim ve yaptım.  Kendisine armağan etmek istedim ama almadı, “Çocuklara kalsın” dedi. Geçenlerde de, 17 Kasım 2017’de hayatını kaybetti. Hasretle anıyorum.

Elif’i de mutlaka anmak gerek. Arkadaşım Mimar Halis Çimen’in kızı, ressam. İlk sergisini hatırladığım kadar 2007’de açmıştı. Eşim Ayfer’le sergisine gitmiş, bir resmini de çok beğenip satın almıştık. Mürekkeple yapılmış bir resimdi. Sonra kızım Reyna Gül, Şehir Planlama Bölümünden mezun oldu. Okulda kullandığı mürekkepler evde duruyordu. Kendime sorup duruyordum: “Bu mürekkeplerle ben de Elif gibi resim yapamaz mıyım?” Elime fırçayı aldım, alış o alış… Bazen pastelle resim yapıyorum ama genellikle hep mürekkep kullanıyorum.

 Bu sergiyi yapma kararını nasıl aldınız?

2017’nin başlarıydı. Eşim Ayfer’le Galata Evi’ne, kadim dostlarımız Nadire ile Mete Göktuğ’u ziyarete gittik. Laf lafı açtı, ben mürekkeple resim yapıp sosyal medyada yayınladığımı söyledim. Onlar da Galata Evi’nde bir resim sergisi açmamı önerdiler. “Sergi mi?” dedim kendi kendime.

Aradan zaman geçti…  Bir gün Kuledibi’ndeki Kafe Gündoğdu’ya geldik. Güzel bir gündü. Ayfer epey fotoğraf çekti. Eve gelince fotoğraflara baktım ve çok beğendim. Fotoğrafların resimlerini yapmaya karar verdim. 13 tane A4’tü. Yaptıktan sonra Nadire’yle Mete’ye gösterdik ve sergi açılmasına karar verildi.

Bu ilk sergi oldu.

İkinci sergi Galata Evi’ne gidip gelirken… Buralar yaşamımın önemli anlarının geçtiği yerler. Liseyi burada okudum, pulcular burada… Sokaklar, ağaçlar, çeşme, Mevlevihane ve bütün bu hercümerç yakamı bırakmadı. Boğazıma sarıldı bir anlamda... Yokuşu çıkacaksın dediler… Karaköy’den Tünel’e…

İkinci sergi düşüncesi de böyle doğdu: ‘Yüksek Kaldırım ve Galip Dede’

 Serginiz mücevher diye tabir edebileceğim, korunmuş,  harika bir Galata binasında; hatta önceden karakol ve hapishane olarak kullanılmış bir mekânda sergileniyor. Bu bir tesadüf müydü?

1980’lerde Mimarlar Odası bünyesinde Tarlabaşı yıkımlarına karşı mücadele eden Nadire’yle Mete, bulvar zoraki açılınca, yollarına Galata’da devam etmeye karar verirler. Bu bina onlara uygun gelir. STK’na önerirler ama kimsenin durumu uygun değildi.

1990’da binayı satın alıp restorasyonuna başladılar: Eski İngiliz Karakolu.

Galata’nın sosyal ve kültürel yenilenmesi dokuz sene sürdü. Dokuz sene sonunda hayata yeniden açılan Galata Kenti’ne yeni bir lezzet geldi: Galata Evi. Bence de, söylediğiniz gibi korunmuş, çok başarılı, tarihin ruhunu derinden hissettiğiniz bir bina oldu.

Bu arada Galata Derneğinin kuruluşuna katıldılar. Yani bir anlamda mücadelelerini Galata’da sürdürmüş oluyorlar. Galata artık Galaktos; ‘süt’ mü, yoksa  ‘antik Grek kentine inen merdivenli (yokuşlu) yol’ mu, kim bilir?

 Bu ikinci serginiz ve teması Yüksek Kaldırım ve Galip Dede; ilki de Galata temalıydı. Bu mekânları seçmenizin özellikle bir sebebi  var mı?

Daha çok duygusal. Yaşamımım bir bölümünün geçtiği yerler, mahallem… Şişli’den Tünel’e kadar tramvayla gelir, yokuşu iner, okula gider, sonra yokuşu tekrar çıkar, tramvaya biner ve eve dönerdik.

Lise bittikten sonra buralardan uzaklaşmadık. Şöyle veya böyle gidip geldik. Baksanıza Galata Evi, Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası… Şimdi birçok sanat merkezi… Saymakla bitmez. Yaşamınız mekânlara nüfuz ediyor, mekânlar yaşamınıza. Karşılıklı derinden bir etkileşim var. Buralarda yaşayan, çalışan, dükkân işleten, vakit geçiren, yani yaşamlarının bir bölümünü veya çoğunu buralarda geçiren insanlarla da yakınlaşıyorsunuz.

Fiziki çevre sizin bir parçanız oluyor. Kalemi, fırçayı, boyayı elinize aldığınız zaman etkilerini derinden hissediyorsunuz. Resim, onların etkileri neyse o oluyor. Gören göz de sizi görüyor. Nasıl bakmış diyor, etkileniyor.

 Sergi ne zaman bitiyor?

4 Şubat’ta bitecekti ama iki hafta uzattık. 18 Şubat’ta kapanacak.

 Refael Avidor resim dışında başka sanat dallarıyla da ilgilenir mi?

Edebiyat var öncelikle. ‘Pera Darmademans’ adlı otobiyografik bir çalışmam var; ben resimledim. Önsözünün bir bölümü bu çalışma konusunda fikir verebilir:

Bu anlatı üç öyküden oluşuyor: Yıkılış, Gökten Taş Yağıyordu, Balyoz. Kesin çizgilerle birbirinden ayrılmazlar.  Bir araya gelmelerinin sebebi Beyoğlu’nda, Pera’da geçmeleri.

Pera Darmademans başlığı ise Pera’daki altüstlüğü ve bu altüstlüğün insan ve toplum hafızasında yer etme sürecini ifade edebilmek için. Desen, çizim ve fotoğraflar bana ait. 

Bunun dışında hayatım boyunca yazdığım öykü ve şiirler var. Bir roman taslağı, annemin ve babamın kitapları. Okudukları kitapların kısa özetleri. Bunların da resimlemelerini yaptım. Geriye heykel, müzik, tiyatro, dans kalıyor. Etkileniyorum, izliyorum… Ne diyeyim?

 Mimarlık hayatınızda karşılattığınız zorluklar nelerdi? Sizin gözlemlemenize göre yıllar içinde Türkiye’de mimarlığın aldığı yol ne oldu?

Dediğim gibi mimarlık güzel sanat. Mimarlık yaparken ‘güzellik’ var mıydı? Bu soruya cevap vermek zor. Çünkü ‘güzellik’ yoksa ‘mimarlık’ da yok. O zaman ne ‘zorluğu’?

Diyeceksiniz ki, “kardeşim sen ne kadar mükemmeliyetçisin?” Ama ne yapacaksın? Hesaplaşıyorsun kendinle. Soruyorsun; çizdiklerinin, yaptıklarının hangisi güzel?

Şu, şu, şu diyorsun… Peki diğerleri? İzleri bile kalmamış birçoğunun. Kalan izler de karmakarışık. Altüst… Ben güzellik peşinde koştum ama çoğu yitip gitti… Yetişemedim. Anamıyorum çoğunu, ben bile unuttum.

Türkiye’de mimarlığın aldığı yola gelince…

Tabii bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yapı teknolojisi gelişiyor. Siz güzelliğe ulaşmanın yeni yollarını arıyor ve buluyorsunuz. Eskiden ‘güzel mimari’ ve ‘güzel olmayan mimari’ olduğu gibi şimdi de öyle.

“Daha azı mı güzel, daha çoğu mu?” sorusuna gelince… Güzele olan tutku çoğalıyor gibime geliyor ama bu bir duygu.

 Bundan sonraki  projeleriniz neler?

Resme nasıl, nerede devam edeyim diye düşünüyorum. Yollarını arıyorum. Ama sanat veya değil bence her uğraşın ‘barış’a yönelmesi gerek. ‘İnsanın en büyük özlemi BARIŞ!

 Sizi takip etmek isteyenler nereden resimlerinize ulaşabilir?

‘Google + refaelavidor’.