Propaganda Zenaati

Esra CARUS Perspektif
24 Ocak 2018 Çarşamba

Marlon Brando’nun Hollywood’da ün kazanmaya başladığı sıralarda bir röportajında, “Siz iyi bir sanatçısınız, tiyatro sahnesinde olmanız gerekirken, sinema gibi endüstriyel bir alanda ne işiniz var?” sorusuna yanıtı, “Bende bu kadar çok parayı reddedecek ahlak yok” olmuştu.

Etik bir tartışmaya girmek yerine neyin sanat, neyin zenaat olduğuna kimin karar verdiği üstüne düşünelim biraz. İstanbul’da şu sıralar devam etmekte olan Ai Weiwei ve Füreya gibi sergilere gösterilen ilgi çok sevindirici. Gelenekle çağdaş, zenaat ve sanat arasındaki fark bir kol ve kafa emeği ayrımı mı? Ya da sınıfsal taleplerin belirlediği kategoriler mi? Şöyle 150 yıllık bir seramik sanatı yolculuğuna çıkalım.

SANAT İLE ZENAATIN AYRILMASI

Hatırlayalım, insanoğlu alet üretmeye başladığında Neolitik Devrim, alet üretmek için alet üretmeye başladığında Endüstri Devrimi olmuştu. Endüstri Devrimine kadar geçen sürede bir bütün olan sanat ve zenaat kavramı, Arts & Crafts hareketiyle birbirinden ayrılmış ve bugünkü anlamlarına ulaşmıştı. 19. yüzyılda, İngiltere’de, William Morris’in başını çektiği bu hareketle, zenaatkarın atölyesindeki üretim gelişen orta sınıfın taleplerini karşılamaya yetmediğinden; üretim araçlarının geliştirilmesi ve üretim şemasının yeniden tanımlanması gibi yeni bir durumu ortaya çıkarmıştı.

Art & Crafts’tan Bauhaus Okuluna dek bir dünya savaşı yaşanmış, imparatorluklar dağılmış ve yönetimler ideolojik, kültürel ve sosyal yeni yaşam şekilleriyle modern çağın estetiğini belirlemişlerdi. Özellikle Sovyet Devriminden sonra, iki savaş arasında sanatta çok sayıda ­ manifesto ve yeni gruplar ortaya çıkmıştı. Japon ve İskandinav halk sanatı ekolü de halkın iktidarı ütopyasının bir uzantısıydı. Bugün evimizin herşeyi olan markaların fikri temelleri de bu dönemde atılmaya başlandı.

Bauhaus tasarım ve seri üretimin ilkelerinin kurumsallaştığı çok önemli bir merkezdi. 1919’da Almanya Weimar’da kurulan Bauhaus, sanat ve zenaat eğitiminin bir karışımı olan, disiplinlerarası etkileşimin başladığı ilk güzel sanatlar okuluydu. Aynı zamanda geleceğin seri üretimi için prototip üreten bir laboratuvardı. Yöneticisi Walter Gropius; “Makinelerin yardımıyla seri üretimin (çoğaltımın) daha pratik yollarını bulmalıyız” diyordu.

Ekim Devriminin 100. yılı nedeniyle çok yazıldı, çizildi geçtiğimiz aylarda. Bu olayın 20. yüzyıl ­düşüncesini ve günlük hayatımızı nasıl etkilediğine, kültür ve estetikte ne boyutta bir payı olduğuna bakalım isterseniz.

EŞYALARLA GELEN PROPAGANDA

Devrimin ilk yıllarında Anatoly Lunacharsky, Sovyetlerin kültür ve eğitiminden sorumlu komiserdi. Yeni yönetim, imparatorluğa ait tüm kurumların devletleştirilerek, yeni ideolojinin yerleştirilmesinde etkin oldu. Örneğin saray ve çevresi için yüksek kalitede üretim yapan Çarlık Porselen Fabrikası, halkın kullanımına tahsis edilerek eski üretim biçimlerinden vazgeçti. Büyük halk kitlelerinin zevkine yabancı olan bu hassas ve kırılgan objeleri, modern çağın ve yeni ideolojinin biçimleriyle günlük yaşama uyarladılar. En önemlisi bu gündelik sofra eşyaları ile her eve girerek devrimin propagandasına hizmet etmesini sağladılar.

Ekim Devrimi ile devlet porselen fabrikası, özel günler ve yıllık kutlamalar için hatıra parçalar üretmeye başladı. Çar’ın portrelerinin olduğu fincanlara Lenin portreleri ve işçinin, emekçinin resimleri yapılmaya başlandı. Marks’tan aforizmalar yazıldı tabak çanağın üzerine. Kahramanlar mücadeleden doğar, bizimle olmayan bize karşıdır gibi sloganlar kullanıldı grafik olarak. Madalya yerine tüm parti teşkilatlarına ve kızıl orduya dağıtıldı bu tasarımlar.

Devletin ideolojik programı ve dayattığı ajitprop istekler sanatçının artistik dürtüleri ile çelişse de bu fabrikanın sanatçıları artık işçi statüsünde çalışmak durumundaydı. Eskiden hem zarif ve geleneksel bir çizgi vardı, hem de avangard biçimlere açık fütürist tasarımlar yapılıyordu. Gelen müdahalelerle bir anlamda özgürlük alanı daralmaya başlarken başka olasılıkların da kapısı aralanıyordu.

Yenilikçi veya geleneksel referanslardan gayrı o günün tasarım anlayışında hacim, kütle, denge gibi unsurlar ve ergonomi kavramları öne çıktı. Süprematistler için beyazlığı nedeniyle porselen ideal bir materyaldi. Beyaz, mutlaklık ve kesinliği aynı zamanda hafiflik ve taşıyıcılık duygusunu sembolize ediyordu. Süprematizmin kurucusu Kazimir Malevich, Sovyet Devlet Porselen Fabrikasında tabak süslemeleri, kahve fincanları gibi sofra eşyaları tasarladı ancak pek ilgi görmedi. Süprematist porselenler, sınırlı sayıdaki üretimi nedeniyle Lunacarsky’nin geniş halk kitlelerine ulaşma ülküsüne ters düşüyordu.

1920 kışında bir yarışma düzenlendi ve “Herkes İçin Çanak Çömlek” sloganıyla sanatçılar seri üretim için tasarıma davet edildiler. Sanatçı becerilerinizi bir yana bırakın ve halkın kullanımına uygun şeyler (zenginlerin sofraları için değil) üretin diyordu Danimarkalı bir eleştirmen. İskandinav ülkelerinde açılan fabrikalarla birikte fonksiyonu öne alan, erişilebilir fiyatlar ile geniş kitlelerin kullanımına yönelik üretim teşvik ediliyordu. Endüstriyel üretim sayesinde ürünün ekonomik, sade ve geometrik armonisi kalite standardı olmuştu tasarımda.

O güne kadar halk bakır, çömlek, emaye kaplardan oluşan sofra düzeninden porselen tasarımlara geçerken belli bir ideolojinin de sağanağı altındaydı. Bunları söylerken Ekim Devrimini ‘diktatörlük’ ve ‘totalitarizm’ kelimeleriyle eşleştirmemek gerekir hepten, çünkü ilerleyen yıllarda bunun alası yapıldı. Yoksulların, göçmenlerin ve güçsüz düşmüş insanların ezilmesine aldırmayan, eşitsizliği daimi kılan yönetici elitlerin ve oligarkların bu iki kelimeyi yüz yıldan beri devrimle ilişkilendirerek itibarsızlaştırma çabasında olduklarını belirtiyor Alain Badieu. Ve şöyle devam ediyor:

“1917 Devrimi sayesindedir ki Fransız Devrimindeki temel olayı yeniden yaşadık, bu da gösteriyor ki gerçek bir devrim her zaman kendisinden öncekilerin dirilişidir; Rus Devrimi, 1871 Paris Komününü ve Robespierre Konvansiyonunu, hatta Toussaint-Louverture önderliğinde Haiti’de yaşanan siyah köle isyanını, ta 16. yüzyılda Thomas Münzer önderliğinde Almanya’da yaşanan köylü ayaklanmasını, hatta ve hatta Spartaküs önderliğinde Roma İmparatorluğunda yaşanan büyük gladyatör ve köle ayaklanmasını diriltmiştir.”

PROPAGANDADAN REKLAMA

Gerek grafik sanatlar, gerek sinema ve radyo sayesinde Propaganda Sanatı aracılığıyla günümüz medya endüstrisinin de temeli atıldı o dönemde. Bu durum yeni iş olanakları yaratırken,  aynı zamanda yeni tip bir estetik kattı sanata. Propaganda sözcüğü, Naziler tarafından tüketildiği için savaş sonrasında onun yerine ticari olarak ‘reklam’ kelimesinin kullanılması daha uygun görüldü.

Ekim Devriminden II. Dünya Savaşına kadar olan sürede hem teknolojik olanaklar hem de sanat disiplinleri genişleyerek, yeni ifade alanları da yaratıldı. Önceki yüzyılın, içedönük bohemlerinin, dandylerinin yerini, cesur, muhalif, avangard sanatçılar almaya başladı.

 II. Dünya Savaşı sırasında, Viktor Schreckengost adlı sanatçının yaptığı seramik heykelde, Hitler, Mussolini, Hirohito ve ölümü temsilen bir Alman askerini karikatürize bir şekilde görüyoruz. Kuzey Yarıkürenin üstüne çöreklenmiş, alevler saçan yelesi ve kanlı toynaklarıyla çılgınca koşan bir atın üzerindeler. Adından da anlaşılacağı üzere Apokaliptik bir sahne gerçekten ve ne kadar da günümüze ışık tutan bir iş. Aklıma şu sözü getirdi hemen; bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete…

Picasso savaş sonrası (1948-55 yılları arasında) Paris’ten uzaklaşarak, Fransa’nın güneyinde, Vallauris adlı çömlekçi köyünde seramik formlar ve heykeller üretmiş, seramiğin bir sanat disiplini içinde yer almasının ve mağaza vitrininden sanat galerisine taşınabilmesinin önünü açmıştır. İşte Füreya da tam bu yıllarda, sağlık sorunuyla gittiği Avrupa’dan, modern sanatın normlarını yakalamış olarak Türkiye’ye dönmüştü. Paris’te kolay ele geçemeyecek bir kariyer ihtimalini geride bırakarak; hem kendi varoluşu adına hem de Türkiye’de seramik sanatında bir başlangıç yapacaktı. Düşünerek eyleyen sanatçı modeline örnektir Füreya ve on dört yaşındayken Nokta Dergisi’nde okuduğum röportajından etkilenerek seramik eğitimi almamı sağlamıştır.

Bu kadar malumatfuruşlukla nereye varmak istediğimi soracak olursanız; medyanın etkileme gücünün ve toplum mühendisliği marifetiyle taze beyinlere ideoloji zerketme çabalarının, yakın gelecekte iyi-kötü sonuçlarını çok merak ediyorum. İktidarların propaganda olanakları ve kitle üzerinde algı yaratma kapasitesini gayet iyi biliyoruz.  Ancak alışkanlıklardan vazgeçebilmek özel bir çaba gerektirse de direnmeye ve mümkün olabilir dünyaların hayallerine sırt çevirmemek lazım. Ekim Devrimi’nin barış, ekmek ve toprağın hakça bölüşülmesi sloganı gerçeğe dönüşünceye dek bu akın bitmeyecek sanırım.

Teknoloji devrimiyle alet üreten aleti üreten beyni üretmeye başlayan insanlığın, Neolitik evrimini tamamlamamış olduğunu söyleyen Badieu ile bitirelim, hem de yeni yıl mesajı olsun:

Sovyet Devrimi, tarihte ilk defa, kazanmanın mümkün olduğunu göstermiştir. Ama hafızalarımızda, zaferi olmasa da, en azından zaferin olanağını cisme büründürmüştür. Kapitalist küresel oligarşinin hâlihazırdaki zaferinin bir engel teşkil ettiği söylenebilir, ama kendimizi insanlığın birliği ölçeğine yerleştirdiğimizde bu engelin geçici olduğunu ve hiçbir şey kanıtlamadığını düşünebiliriz. Bu, bir sonraki seçimle aşılarak ortadan kalkacak bir sorun değil, bu yolla hiçbir şey aşılmaz; asırlar alacak bir iştir ve bu konuda söylenecek tek bir şey var: “Evet yenildik, mücadeleye devam.”

 

Kaynaklar

-20th Century Ceramics, Edmund de Waal

-Alain Badiou, Ekim Devrimi Üzerine, e-Scop, sanat tarihi eleştiri, 7.11.2017