Mam’Art Tiyatro’da bir Tenessee Williams oyunu: ‘Kızgın Damdaki Kedi’

‘Kızgın Damdaki Kedi’ “Kızgın damdaki bir kedinin zaferi ne olabilir ki? Dayanabildiği kadar durabilmek, sanırım!” 

Erdoğan MİTRANİ Sanat
27 Aralık 2017 Çarşamba

İlginç bir rastlantı, ayrıksı çalışmaları uzun süredir İstanbul’da sahnelenmemiş olan Tenessee Williams, bu sezon güncelliğini hâlâ korumakta olan iki önemli oyunuyla tiyatrolarımızda,

Hem eleştirmenler hem yazarın kendisi tarafından, Williams’ın en iyi oyunu olarak görülen ‘Cat on a Hot Tin Roof / Kızgın Teneke Damdaki Kedi’ Broadway’de ilk kez 1955’te sahnelendiğinde yüzlerce kez oynanmış, Williams’a ikinci Pulitzer Ödülünü kazandırmıştı. 

Özel yaşamı ve deneyimleri neredeyse tüm eserlerinin ilham kaynağı olan, yaşadıklarını ve duyumsadıklarını sahne aracılığıyla evrenselleştirmeye çalışan, 20. yüzyılın en seçkin oyun yazarlarından Tennessee Williams (1911-1983), Mississippi, Columbus’ta doğmuş, sorunlu bir ailede büyümüştü. Çoğu karakterini ailesinden esinlenerek yaratan Williams’ın eserlerine yansıyan bir özelliği de eşcinselliğidir. Cinsel kimliğini gizlememiş olsa da, ilginç bir ikiyüzlü çifte standartla, dönemin tabularından olan cinsel yönelimine, savaş sonrasının püriten, toplumunun gözüyle, ölümcül günah,  sapkınlık olarak bakmış, hiç göstermediği eşcinsel karakterlerini ölümle cezalandırmış, yaymış oldukları negatif enerjiyi hastalıkmış gibi yakınlarına da bulaştırmıştı. İlk sahnelenişlerinden kısa süre sonra filme alınan ‘Arzu Tramvayı’ ve ‘Kızgın Damdaki Kedi’ oyunları, dönemin bağnaz ve muhafazakâr tepkilerinden korkularak otosansürlü çekilmiş, can alıcı kimi ayrıntı ‘es’ geçildiğinden kilit olaylar yanlış anlaşılmış ya da anlaşılamamıştır.

Her iki oyunun özgün şekillerinde sahnelenmesi tiyatroseverlerimiz için büyük kazanç.

Neredeyse 70 yıllık çok da ünlü bir modern klasikten söz ediyorum. İzlenimlerimi aktarırken öykünün ayrıntıları hakkında ipuçları vermek durumundayım. Kızgın Damdaki Kedi oyununu ilk kez izleyecek olanların yazının devamını oyunu izledikten sonra okumasını öneririm.

Sosyokültürel talep ve beklentilere uyum sağlamak adına, gerçeğin biçimlendirilmesini, saptırılmasını, yok sayılmasını ya da göz ardı edilmesini parlak şekilde anlatan Kızgın Damdaki Kedi, gerçek ile yalan, yanılsama ile hakikat arasındaki çatışmaya dayanır.

Oyun, Mississsipi deltasında büyük bir pamuk çiftliğinin malikânesinde, varlıklı ev sahibi Koca Baba’nın 65. yaşının kutlandığı gece boyunca geçer. İzleyici ilk sahneden itibaren kendini gerçekliği, nesnelliği, hatta sevgiyi ve şefkati çarpıtan ve saptıran bir yalan sarmalının içinde bulur.

Bilinçaltında, kanserden ölmekte olduğunu bilen baba gerçeği reddetmekte, kocasının onu hiçbir zaman sevmediğini kabullenmeyen Koca Anne, tahlillerin iyi çıktığı yalanına sarılmakta, sevimsiz ikinci oğul Gooper’la ‘boyunsuz küçük canavarlar’ın yaratıcısı doğurgan karısı Mae mirastan pay kapma kaygısıyla sahte sevgi gösterilerinde bulunmaktadır. Koca Baba’nın gözde oğlu eski ünlü futbolcu Brick, ‘yaşamak zorunda bırakıldığı yalanlar ve sahtekârlıklardan kaçmak için’ gün boyu hiçbir şey yapmaksızın içmektedir. Bir tek, ‘kızgın teneke damın üzerinde kedi’ gibi sabırlı Maggie, gerçeklerle yüzleşerek, kocasıyla bir zamanlar yaşadığı mutluluğu yeniden elde etmek ve çocuksuzluğu sebebiyle Koca Baba’nın mirasından mahrum olmamak için, tek silahı olan çekiciliğini kullanarak savaş vermektedir.

Maggie, üniversite yıllarının büyük aşkı Brick’le evlendiğinde, şimdi özlemini çektiği ‘sakin, doğal ve huzurlu’ cinselliğin tutkusuzluğunu o kedi sezgisiyle farkederek, fiilen masum kalsa, da, Skipper’le yakınlıklarında birbirlerine söyleyemediklerini duymuşçasına, bir sarhoşluk anında Skipper’a “ya kocamın yakasından düş, ya da ona aşık olduğunu söyle” demiştir. ‘Erkekliğini’ kanıtlamak için Maggie’yle yatmaya kalkan Skipper, başarısız olunca Brick’e telefonda açılmış, Brick telefonu yüzüne kapatınca intihar etmiştir. Kendisini ve Maggie’yi Skipper’in intiharından sorumlu tutan, artık karısına elini bile sürmeyen Brick’in asıl yüzleşemediği, kendine bile itiraf edemediği gerçek, kendisinin de Skipper’e eşcinsel eğilimidir. Yıllar sonra nihayet o gece babasıyla yüzleştiğinde, Koca Baba “Ben ömür boyu yalan içinde yaşadım, sen de yalanlarla yaşamayı öğreneceksin” diyecektir. Ve tabiî ki bu yalanlar dünyasında, Maggie finaldeki olası(???) zaferini bir başka yalana borçlu olacaktır… 

Mam’art’ın kurucusu Feri Baycu Güler, Serkan Salihoğlu ve Tuğrul Tülek’in birlikte çevirdikleri oyunu Serkan Salihoğlu yönetiyor. Dramaturgi açısından son derece isabetli bir karar vererek, metni gereksiz yan karakterlerden ve tekrarlardan arındırmışlar; zaten tek bir gecede geçen dört perdelik oyunu ara verilmeyen 80 dakikalık bir süreye sığdırılmışlar.

Dramayı saf özüne indirgeyen bu yalınlık Salihoğlu’nun mekân kullanımına da yansıyor. Asıl savaş alanı olan Maggie ve Brick’in yatak odası ön plana alınmış, kutlamanın yapıldığı salon simgesel olarak, oyun boyunca sırasını bekleyen oyuncuların oturduğu fonda birkaç iskemleyle oluşturulmuş.

Oyunculuklar dört dörtlük. Ayten Uncuoğlu (Koca Anne), Ünal Silver (Koca Baba), Bennur Duyucu (Mae) ve Ömür Kayakırılmaz (Gooper) çok sağlam yan karakterler yazmış olan Williams’ın kişilerine inandırıcı bir derinlik getiriyorlar. ‘Blink’den beri çok özlediğimiz, tiyatroya Maggie’yle parlak bir dönüş yapan Sezin Akbaşoğulları, çekici, kışkırtıcı, kimi zaman saldırgan, kimi zaman sevecen Maggie’nin afra tafrasının örtmeye çalıştığı, terk edilmişlik acısını, suçluluk duygusunu, mutsuzluğu, Brick’in sorununu gerçekten sezmiş olmasına karşın bir an olsun aşkından ve umudundan vazgeçmeyişini müthiş bir duyarlılıkla aktarıyor. Tuğrul Tülek, temposu giderek yükselen oyunculuğuyla Brick’in ikilemini, insanın içini acıtan bir samimiyetle veriyor. Babasıyla yüzleştiğinde, Skipper’ı ne reddetmiş ne de kabullenememiş olmanın gerçek sebebini kendine bile itiraf edemediğinden, yüzüne telefonu kapadığını zar zor duyulur bir fısıltıyla anlatışı çok dokunaklı.

Sezonun mutlaka izlenmesi gerekenlerinden. 5 Ocak Kadıköy Halk Eğitim Merkezi, 9 Ocak Kozyatağı Kültür Merkezi, 10 Ocak  Ataköy Yunus Emre Kültür Merkezi, 14 Ocak CKM, 19 Ocak Mecidiyeköy Artı Sahne’de.

 

Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) ZABEL’

(BGST) tiyatro birimi, kolektif bir çalışmayla oluşturulan, metin yazarlığıyla yönetmenliğini başlıca rolleri paylaşan Aysel Yıldırım (Zabel) ve Duygu Dalyanoğlu’ın (Dudu & Sırpuhi Düsap) üstlendiği ‘Zabel’ adlı oyunla Ermeni aydını Zabel Yesayan’ın yaşamını anlatıyor. 

Şair, romancı, çevirmen Zabel Yesayan,1878’te 93 Harbi sürerken Üsküdar’da doğmuş, üniversiteye giden ilk Ermeni kadın olarak Sorbonne’da edebiyat ve felsefe eğitimi almış, yazarlık kariyerine Fransa’da başlamış. 1908’deki Jön Türk devriminin ardından İstanbul’a dönmüş, Ermeni gazetelerinde kadın sayfası hazırlamış, makalelerinde, hem Ermeni cemaatinin, hem Osmanlı toplumunun ilk feminist çıkışlarını yapmış.

1909’da Adana’da yaşanan Ermeni katliamını yerinde incelemek ve ilk elden bilgi sahibi olmak üzere Adana’ya gitmiş. Adana’da üç ay geçiren Zabel Yesayan, gözlemlerini, sağ kurtulan kurbanların anlattıklarını kitaplaştırarak 1911’de İstanbul’da Ermenice yayınlamış.

1915’te “yok edilecek” 234 Ermeni aydını listesindeki tek kadın olan Zabel Yesayan Osmanlı kadını kılığına girerek Bulgaristan’a kaçmış, kocası ve çocuklarıyla ancak 1917’de buluşabilmiş. Bir süre Bakü’de Ermeni mülteci ve yetimler için yardım faaliyetlerinde bulunmuş, 1921’de Fransa’ya yerleşmiş, 1933’te Sovyet Ermenistanı hükûmetinin daveti üzerine Yerevan’a göç etmiş. Yerevan Üniversitesinde Fransızca ve Ermenice edebiyat dersleri vermiş. 

1943’te Stalin’in ‘Büyük Temizlik’i sırasında Ermeni milliyetçiliğiyle suçlanarak Sibirya’ya sürülen Zabel Yesayan’ın ölüm yeri ve tarihi kesinlikle bilinmiyor.

Oyun, Zabel Yesayan’ın son günlerinde, sorgu yargıcının Zabel’i hem Ermeni milliyetçiliği, hem de Fransa hesabına casuslukla itham ederek suçunu itirafa zorlamasıyla başlayarak geriye dönüşlerle yaşamının önemli anlarını vurguluyor.

Zabel’in birinci bölümü çocukluk ve ilk gençlik yıllarına odaklanırken, geri planda 19. yüzyıl İstanbul’unda azınlıkların dışa kapalı toplumsal yaşamına ve giderek filizlenmeye başlayan Bağımsız Ermenistan ideallerine değiniyor.   

İkinci bölüm, Adana katliamıyla bağlantılı olarak Adana’da, valinin ve ABD konsolosunun eşleri ile Ermeni Yetimhanesi adına Zabel arasında geçen, yetimlerin yaşam şartlarını iyileştirmek amacının ardında yatan beklentileri ve küçük hesapları alaya alan bir kara mizah bölümüyle başlayarak 1915’teki karardan son dakikada haberdar olan Zabel’in bir hastaneye sığınmasıyla devam eder. Oyun finalde baştaki sorgulamaya dönerek öyküyü kendi üzerine kapatır. 

Aysel Yıldırım ve Duygu Dalyanoğlu, Yesayan’ın yaşamöyküsü fonunda, 19. yüzyıl sonundan 1930’lu yıllara uzanan dönemin portresini başarıyla çizerken, bu zaman diliminde Ermeni tarihine ait ilginç göndermeler de içeren etkileyici bir belgesel metin yazmışlar ve bu metni tiyatroya başarıyla aktarmışlar.

Öncelikle böyle bir ‘kadın hikâyesi’ni tamamı beş kadından oluşan bir ekiple aktarmak çok isabetli bir karar olmuş. Ari Hergel’in özgün müzik ve düzenlemeleri, Levent Soy ile Zîlan Kaki’nin dekor ve ışık tasarımı, Duygu Dalyanoğlu ve Nilgün Ilgıcıoğlu’nun kostüm desteğiyle, Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Elif Karaman, Maral Çankaya ve Nihal Albayrak dört dörtlük bir iş çıkarıyorlar. Kusursuz oyunculukları kadar hatasız şiveli konuşmaları ve Ermenice sözcükleri doğru telaffuzları çok başarılı.

Belgeselle kurmacayı harmanlayan ilginç konusu ve parlak yorumuyla sezonun olmazsa  olmazlarından. 25 Aralık 20.30 ve 18 Ocak 19.00 Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Salonu, 9 Ocak 20.30 Moda Sahnesi ve 16 Ocak 19.30 Türkan Saylan Kültür Merkezinde.

Hepinize iyi seyirler dilerim.

 

Yolcu Tiyatro’da bir David Ives oyunu  ‘Kürklü Venüs’

Çalışmalarına 2012 yılının ikinci yarısında başlayan Yolcu Tiyatro, 2013’te ilk oyunu Wolfgang Borchert’ in ‘Kapıların Dışında’ ile seyirciyle buluştu. 2014’te, Ariel Dorfman’ın ‘Karanlığın Ötesinden Gelen Sesler’ adlı oyununu yeniden kurgulayarak dünyanın farklı ülkelerinde ve Türkiye’de baskılara, insan hakları ihlallerine uğrayanların gerçek hikâyelerini anlattı. Topluluğun sahnelediği üçüncü oyun, sürrealizmin önde gelen isimlerinden Roland Topor’un yazdığı, ‘Joko’nun Doğum Günü’ oldu. Son yılların en iyi oyunlarından olan ‘Joko’ umarım birkaç sezon daha sürecek olan yolculuğuna devam ederken, bugüne dek topluluğun bütün oyunlarını yönetmiş olan Ersin Umut Güler, bu kez Amerikalı yazar David Ives’in günümüzün cinselliğe bakışıyla 19. yüzyılın Sado-Mazo takıntılarını karşı karşıya getiren, ilk kez 2010’da seyirci karşısına çıkan oyunu ‘Venus in Fur / Kürklü Venüs’ü sahneye koyuyor.

Çevirisini ve dramaturjisini Şafak Özen’in, dekor ve ışık tasarımını Cem Yılmazer’in, kostüm tasarımını Özlem Kaya’nın, ses-efekt tasarımı ile müziğini Tufan Dağtekin’in üstlendiği 85 dakikalık iki kişilik oyunu Pervin Bağdat ve Ersin Umut Güler yorumluyor.

Oyun, Mazoşizmin isim babası Sacher Masoch’un ‘Kürklü Venüs’ romanını sahneye uyarlayacak yazar-yönetmen Thomas Novachek’in fırtınalı bir gecede, telefonda kız arkadaşına seçmelerin bitiminde Vanda rolü için aradığı kadın oyuncuyu bulamadığını anlatmasıyla başlar. Günümüzde genç kadınların kadınsı olmayı bilmediklerinden, seçmelere katılan 30 kadının yarısının fahişe, yarısının da lezbiyen gibi durduklarından şikâyet ederken tiyatroya yağmurun geciktirdiği esrarengiz bir kadın oyuncu girer. Adı Vanda Jordan olan bu kalabalık ağızlı küstahça kadına seçmelerin bittiğini ve çıkmak üzere olduğunu bir türlü anlatamayan Thomas, kısa bir okuma provasını kabul ederek kurtulmayı umar.

Kadın çantasında getirdiği elbiseyi giyip oyunu ezbere okumaya başladığında ona replik veren Thomas giderek romandaki, çocukluğunda teyzesi tarafından kürklü bir pelerine uzanmış vaziyette kırbaçlandığından beri hükmedilme özlemi çeken Severin von Kushemski’ye dönüşmeye başlayacak, ikili farklı karakterlere büründükleri bu oyunda, kadın-erkek ilişkisi üzerinden toplumsal cinsiyet meselesine, arzuların karanlık taraflarına ve insan doğasının sınırlarına büyülü bir yolculuğa çıkacaktır.   

Rollerin durmaksızın değiştiği bu kedi-fare oyununda güç dengesi anbean yer değiştirecek, erkeğin hükmedilme arzusunun altında gizlenen sexist ve hükmedici bilinçaltı su yüzüne çıkarken, oyunun kadını nesnelleştiren yönü, sürpriz bir finalle dengelenecektir.

David Ives’in oyunundan çok etkilenen ünlü yönetmen Roman Polanski, oyunun haklarını sıcağı sıcağına satın alarak ‘La Vénus à la fourrure’ adıyla filme çekmişti. Polanski filmi yönetirken, her yönetmen ile oyuncusunun ilişkisinin doğasında yatan sado – mazoşizmin altını çizmek istercesine, Thomas rolünü kendisinin 30 yıl önceki halini çarpıcı şekilde andıran Mathieu Amalric’e, Vanda’yı ise karısı Emmanuelle Seigner’e oynatmıştı.

Ersin Umut Güler, güç ile boyun eğdirme arasındaki, bu psikoseksüel kedi fare oyununa,  kişisel cinsel takıntılarını da göz ardı etmeksizin hem hınzır hem mesafeli yaklaşan Polanski’den biraz faklı bir açıdan bakarak, daha samimi, daha sevecen bir dille, bilincin ve bilinçaltının karanlık dehlizlerinde dolaşan bir traji-komik yolculuk olarak, insanların birbirlerine ve kendilerine ait yanılsamaları üzerinden anlatıyor.

Güler, oyunu sahnelerken bu yanılsamanın altını Vanda’nın çantasından ‘kürk’ diye çıkardığı kırmızı triko şal ile de çiziyor. ‘Venüs’ oyun boyunca bu ‘kürk’le dolanacak, ancak finalde, gerçek kişiliğine (??!!) dönüştüğünde gerçekten kürkü andıran bir palto giyecektir.

Doğal olarak oyunun tüm yükü, müthiş etkileyici ve dengeli yorumlarıyla Pervin Bağdat ve Ersin Umut Güler’in omuzlarında. ‘When in Rome’da da sağlam bir birliktelikleri vardı ama, ama bu kez kusursuz bir ikili oluşturuyorlar. Repliklerin bir tenis maçındaymış gibi bir karakterden diğerine uçtuğu, kişilerin bir Vanda’dan diğer Vanda’ya, Thomas’dan Severin’e, Vanda’dan Thomas’a, Thomas’dan Vanda’ya evrildiği oyunu, her değişimi seyirciye bire bir aktararak, nefes nefese izlenen bir tempoyla götürüyorlar. Özellikle çizme ve ince topuklu kadın ayakkabılarıyla ilişkinin mazoşist kadar fetişist yönünü de başarıyla aktarıyorlar.  

Ersin Umut Güler, inandırıcı bir Thomas portresi çizerek başladığı oyun boyunca, aynı inandırıcılıkla Thomas’ın kendi içindeki değişimini, adım adım Severin’e ve hatta Vanda’ya dönüşmesini başarıyla veriyor. Pervin Bağdat kimi zaman arsız, kimi zaman asil, müthiş komik ve bazen de ürkütücü bir Vanda. Heyecan verici oyunculuğu kadar, güzelliği ve çekiciliğiyle aşkın tanrıçası Venüs’e pek bir yakıştığını söylemek şart tabii ki.

Çok iyi bir metin ve çok iyi bir yorum. Mutlaka izlenmeli.

30 Aralık ve 16 Ocak Oyun Atölyesi, 11 Ocak Das Das, 18 Ocak Baba Sahne, 20 Ocak Akatlar Kültür Merkezi, 27 Ocak Duru Tiyatro’da.