‘Terra Amata’ ya da karganın suskunluğunu bozması

Başlığını Avrupa’daki ilk tarih öncesi yerleşim alanı olarak bilinen Terra Amata’dan alan Galerist’teki sergide sanatçı Tunca, en temel barınak biçimleri üzerinden mimari ve arazi arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Sergide yer alan tüm desenler sanatçının Polonya’daki Auschwitz - Birkenau Ölüm Kamplarını gezerken çektiği fotoğrafları esas alıyor.

Dalia MAYA Sanat
27 Eylül 2017 Çarşamba

Kargayım ben. Akıllı olduğum söylenir. Budala da olduğum söylenir. La Fontaine’e göre tilki kandırır beni, sesime düzdüğü methiyelere aldanıp ağzımdaki peynirimi bırakmışım ona. Bırakırım tabii. Varsın budala desinler! Ta Nuh Nebi’den beri bırakırım. Nuh da, tufan durulduktan sonra beni göndermişti ilk, karaya çıkıp çıkmayacağını ona söylemem için. Elim boş geldim. Boş gelmeliydim! Güvercindi, benden günlerce sonra - üstelik de ikinci defa - yola çıkıp da gagasında yüzyıllarca barış sembolü olarak kabul gören zeytin dalı ile dönen gemiye. Barışı mı getirdi güvercin zeytin dalı ile dünyaya? Daha çok savaşı, daha çok ölümü mü? Sahi, Nuh Tufanı ile yok olmaya yüz tutan insanlık yeniden dünyada çoğaldığında barış iklimini yaratabildi mi hiç?

Ev dediğin, çocukların ilk çizdikleri ev resmi... Kamplardaki barakaları ev bilen çocukların çizdiği gibi, tek cepheden bakıldığında ev sanılabilecek yapılar daha doğrusu. Çatısı, kapısı, arkada ağaçlarıyla... Kimi çift kapılı ya da çift pencereli, kimi bir kapı bir pencereli... Çatı ne kadar büyükse çocuğun hayal gücü o kadar genişmiş diyor insanlar, kapısı penceresi duvara göre ne kadar büyükse, çocuk o kadar evinde güvende hissediyormuş, bacası varsa ve ne kadar büyük dumanlar çıkıyorsa, çocuk o kadar sıcak ve sevgi dolu bir yuvada yaşıyor demekmiş. Tunca’nın evlerinin bacası mı? YOK!! Hiç bir evde yok baca!

12 bin yıl kadar önce Göbeklitepe’deydim... MÖ 3.100’lerde Stonehenge’deydim, tapınma amaçlı inşa ettikleri yapılar daireseldi. Rotundo diyorlardı onlara.

II. Dünya Savaşında Avrupa’daydım. Polonya’da. Acıları gördüm. İnsanın insana ettiğini gördüm Aushwitz’de, Birkenau’da. En eski mimari yapı formlarından birisi olan ve insan evladının ateşin etrafında oturduğu dönemlerin bir yansıması olarak inşa edildiği söylenen rotundoların nasıl birer su arıtma tesisi ve su deposuna dönüştüğünü gördüm. Yok etmek için işleyen bir sistemde bir arıtma çabası! Tıpkı neandertallerin mağaralarından çıkıp doğada gökyüzünün altında toprağın üzerinde ilk kez yapı inşa ettikleri Terra Amata yani sevgili toprak, sevgili yurt olarak adlandırılan Fransa’nın güneyindeki yerde insan evladının toprağı kazarak, doğayı yıkarak, yok ederek kendine bir alan açmaya çalıştığını gördüğüm gibi... Oysa doğa her zaman insanın ardından kendisinden çalınanı geri alacak, kaplayacaktır insanın yıkımlarını yaratıcı gücü ile. Ve insan her daim yok etmeye meyilli olacaktır inandığı bir hikâye doğrultusunda... Doğum yeri mezarı olacaktır ve mezarı da doğum yeri. Orman, küllerin üzerinde yeniden doğacaktır fırtına dindiğinde. Sakladığı - geçmişe dair ve geleceğe de dair - tüm sırlarla birlikte yeniden doğacaktır.

Şimdi İstanbul’dayım, sanatçı Tunca’nın Galerist’teki sergisini izliyorum. Tunca 2014’te Auschwitz - Birkenau Temerküz ve Ölüm Kamplarını ziyaret ettiğinde de uzaktan izliyordum onu. O gün bugündür izliyorum. Auschwitz ve Birkenau’daki barakaları - ki savaşın en korkunç, en acımasız kamplarıydı bu ikisi - orada doğmuş bir çocuğun gözünden füzenle kağıda aktarışını izledim Tunca’nın. Füzen kullanıyordu. Füzen, yani karbon. Yani KARA! Benim gibi kara. KARA! Aushwitz’de yaşananlar gibi kara! Oradan aldığı bir tuğla parçasını buraya getirişine şahit oldum. Şimdi burada, bu galeride, el yapımı taşlardan inşa ettiği işlevsiz ama bir noktada insan ziyaretçilerinin (en azından bir kısmının) arkasına geçip savaşta kaybolmuş küçücük bir çocuk misali embriyo pozisyonunda kıvrılıp kalma isteğini yaratan, buna rağmen işlevsiz sanılan bir duvarın içinde saklanıyor Birkenau’dan gelen o tuğla. Zeytin dalını getirmemiştim ben. Taşı da getirmedim! Getirmeme sorumluluğu yüklenmişti çünkü bana. Görevim buydu: Gitmek ve eli boş dönmek. Ve izlemek! Çözümsüzlüğü, tüm gelişmişliğine rağmen insana kendisini kendisinden koruyacak bir cevap, bir çözüm bulamayacağını göstermek ve izlemekti görevim. O yüzden bıraktım tilkiye peynirimi. Susmaktı benim payıma düşen. Budala dediniz bana. Hiç düşünmediniz bile belki de, ‘gören göz’ olduğumu; gören ‘göz’ ve söyleyemeyen ‘ağız’ olduğumu. Gören ve çözüm üretmeyen, üretemeyen. Tıpkı şimdilerde sizlerin görüp de geçmişte yaşanan tarifi mümkün olmayan acılara -hiç unutmamak adına ve bir daha yaşanmaması adına anmalar düzenlemenize rağmen- çözüm üretemediğiniz gibi bugün yaşanan tüm acılara...

Budala mı dediniz?

***

Karganın bu hikâyesi, Galerist’teki ‘Terra Amata’ sergisini gezmeye başlar başlamaz, henüz sanatçısı Tunca’nın açıklamalarını dinlemeden kalemime akmaya başlamıştı. Ön ile arka arasında, insan doğa ilişkisini, görünen ile görünmeyen, yapan ve yıkan, inanç uğrana öldüren ile yaradan arasındaki ve yine yapı ile doğa, geçmiş ile gelecek ve hayal ile gerçek arasındaki bağı üzerine serginin hissettirdikleri, Tunca’nın belki de her dileyene aktardığı sanatını yaratma sırasındaki düşüncelerinin bendeki izdüşümü dile geldi karganın ağzından. Diledim ki, Tunca Nehrinin üzerinde uçan karga gelsin anlatsın tarihe ve Tunca’ya ettiği şahitliklerini... Söylemedi ama, bana kalırsa, o karganın da adı Tunca’ydı zaten. Ne kutsal kitapların anlatılarına herhangi bir yorum getirme ne de Holokost’ta yaşanan dile getirilemez acıları anlatılır kılma çabasındaydım. Sadece Karga Tunca’nın ağzından bir davetti bu satırlara akan. Sergiyi gidip görmeye, sergi aracılığıyla çağlar boyu insanın insana ettiğini ve hatta hâlâ etmekte olduğunu düşünmeye ve evet belki, kim bilir, belki de o işlevsiz duvarın arkasına gömülüp nihayet bir çözüm üretmeye bir davet.

Tunca’nın Terra Amata sergisi 14 Ekim tarihine kadar Galerist’te gezilebilir.