İnanılması Zor Hayat Hikâyesi

Doug Liman ‘KAÇAKÇI’ ile ABD ve CIA’ye ciddi eleştiriler getirirken, François Ozon, ‘TUTKU OYUNU’ ile üretkenliğini sürdürüyor

Viktor APALAÇİ Sanat
20 Eylül 2017 Çarşamba

Doug Liman, TWA pilotu iken CIA’de çalışan Medellin uyuşturucu karteli için kokain taşıyan Barry Seal’in illegal faaliyetlerini anlatıyor. 80’li yılların bu aşırı tuhaf hikâyesine iki ABD Başkanının, Panamalı Noriega’nın, Albay North’un ve uyuşturucu baronu Escobar’ın da adı karışıyor. ABD’nin pis işlerine ortak olan, sürekli ikili oynayan pilotun yükseliş öyküsü 80’li yılların tarihine ışık tutarken, film ABD ile CIA’ye ciddi eleştiriler getiriyor. Çılgın tempolu sinema diliyle, dozu iyi ayarlanmış komedi ağırlıklı anlatımıyla, akıcı kurgusuyla, Tom Cruise’un müthiş performansıyla ‘Kaçakçı’ izlenmesi keyif veren bir film.

‘AMERICAN MADE’

 Yön: Doug Liman

Sen: Gary Spinelli

Gör: Cesar Charlone

Müz: Christophe Beck

Oyn: Tom Cruise- Sarah Wright- Domhnall Gleeson- Caleb Landry Jones- Jesse Plemons- Jayma Mays- Alejandro Edda- Benito Martinez.

 

‘Bourne Serisi’nin ilk filmi ‘The Bourne Identity’de CIA ajanları ile ilgili aksiyon filmlerindeki ustalığını kanıtlamış Doug Liman, ‘Barry Seal: Kaçakçı/American Made’de ABD yakın tarihinin pis sayfalarından birini anlatıyor.

Film, TWA pilotu iken, CIA tarafından Latin Amerika ülkelerinde havadan fotoğraf çekmesi için işe alınan, fırsatçılık edip Medellin uyuşturucu karteli için çalışmaya başlayan Barry Seal’in illegal faaliyetlerini anlatıyor.

Gary Spinelli’nin ‘CIA, Çeteler ve ABD’nin Gizli Tarihi’ adlı kitaptan senaryosunu yazdığı film, inanılması zor ama gerçek bir hayat hikâyesini perdeye taşıyor.

Ana karakterin 80’li yıllardaki aşırı tuhaf hikâyesine dönemin iki ABD başkanı (Jimmy Carter ve Ronald Reagan), Panama Devlet Başkanı Noriega, İran-Kontra skandalının kahramanı, Amerikalı Albay Oliver North, Kolombiyalı uyuşturucu baronu Pablo Escobar’ın da adı karışıyor. ABD, II. Dünya Savaşı sonrasında komünizmle mücadelesinin dışında, başta Nikaragua ve Kolombiya olmak üzere, güneyindeki Latin Amerika ülkelerinin dikta rejimleriyle sayısız casusluk olayı yaşadı.

ABD’nin pis işlerine dolaylı olarak karışan, sürekli ikili oynayan Barry Seal’in yükseliş öyküsü 80’li yılların tarihine ışık tutarken, film ABD ve CIA’e ciddi eleştiriler getiriyor.

Ajanları kullanıp başı sıkışınca onları harcamakta tereddüt etmeyen, CIA sisteminin işleyişini inandırıcı detaylar eşliğinde anlatan film, politikacıların kirli yüzlerini sergilemekte de çok başarılı.

Seal’i canlandıran Tom Cruise, şöhretini borçlu olduğu ‘Top Gun’ (1986) filminden 30 yıl sonra pilot rolüne dönüş yapıyor. Yönetmen Doug Liman ile ‘Yarının Sınırında/Edge of Tomorrow’dan sonraki bu ikinci işbirliğinde filmin hemen tüm sahnelerinde yer alan aktör (amatör pilot olmanın da sağladığı avantaj ile) ‘Kaçakçı’nın tüm yükünü sırtında taşıyor. Yönetmen Liman’ın da hakkını teslim etmek lazım. Son derece başarılı bir öykü anlatıcısı olmanın yanında çılgın tempolu sinema dili, dozu iyi ayarlanmış komedi ağırlıklı anlatımı ve akıcı kurgusuyla, ‘Kaçakçı’yı izlemesi keyifli bir film yapmış. Film, yolculukları sırasında kaçak sigara işinden yan gelir elde eden TWA’nın deneyimli pilotu Barry Seal’in illegal faaliyetlerinden yararlanma yolunu seçen CIA ajanı Schafer (Domhnaal Gleeson) ile Seal’in (Tom Cruise) tanışmalarıyla başlıyor. CIA, pilotu adalete teslim etmeyecektir ancak Latin Amerika’daki Amerikan aleyhtarı gerilla hareketlerinin fotoğraflarını çekip getirecektir. Ailesine bağlı, namuslu bir adam olan Seal, teklifi kabul eder ancak yolu Medellin karteli ile kesişir.

AMERİKAN YAKIN TARİHİNİN PİS BİR SAYFASI

O zamanlar çiçeği burnunda bir kaçakçı olan Pablo Escobar ve iki ortağı, Seal aracılığıyla kartelin kokainini Florida’ya sevk eder. Kısa zamanda çok büyük bir servete kavuşan Seal ailesinin yazgısı değişir.

Lüks içindeki yeni evlerindeki yaşantılarında, kokain nakliyatından gelen bavul dolusu paralar, evlere, dolaplara, bahçedeki gömülü oldukları yerlere sığmayınca Barry Seal bir bankanın en gözde müşterisi olur.

Panama’da dönen dolapları, aldığı rüşvetlerle görmezden gelen Noriega, Seal’in baş döndürücü servetinin izini süren CIA, pilotu Beyaz Saray’a davet eden Başkan Reagan, casusluk işini yüzüne gözüne bulaştıran ABD’li Albay North, son kullanma tarihi geçince Seal’den desteğini çeken CIA ajanı Schafer, ikinci çocuğuna kavuşan Seal ailesinin hayatına karışır.

Yaşanmış gerçeklere sırtını dayamış, inanılması zor ve dur durak bilmeyen yeni gelişmelere, sürprizlere açık, zengin konulu film, akışı karmaşık olsa da, rahat izlenen bir politik-aksiyon olarak beğeni kazanıyor.

Mükemmel bir oyuncu kadrosu yönetmen Liman’a destek veriyor. 55 yaşındaki bir aktörden beklenmedik bir çeviklikle, filmdeki tüm tehlikeli sekanslarda dublör kullanmadan, izleyiciyi hayretler içinde bırakan Tom Cruise, karizmasıyla etkileyici oluyor.

İrlandalı karakter oyuncusu Brendon Gleeson’un aktör-yönetmen-senarist oğlu Domhnaal Gleeson, CIA ajanı Schafer’de, Sara Wright, Seal’in karısı Lucy’de oyuncu kadrosunun başarısına ortak oluyorlar.

 

EROTİZM YÜKLÜ FANTASTİK FİLM

Birbirinden çok farklı konulara değinen, zengin filmografisi bilinen, genç kuşak Fransız sinemasının yetenekli auteur yönetmeni François Ozon’un geçen yılın en iyi filmlerinden biri olan ‘Frantz’ başyapıtından sonra yaptığı ‘Tutku Oyunu/L’Amant Double’ bu yıl yarıştığı Cannes’da merakla bekleniyordu.

Ozon’un 78 yaşındaki kadın yazar Joyce Carol Oates’ın ‘Lives of Twins’ (1987) adlı romanından esinlenerek yazdığı senaryo, gerçeklerle kâbusları fantastik bir öyküde harmanlıyor.

Film, yaşadığı bunalımlı dönemi atlatamadığı için mide ağrılarına son verebilecek bir psikiyatr arayışına giren güzel Chloé’nin (Marina Vacht) fırtınalı hayatını anlatıyor.

Tutkular ve beklentiler üzerine olan bu film, sürprizler içeren konusu ve pornografiye kaymadan erotizmin sınırlarını zorlayan, iddialı seks sahneleriyle öne çıkıyor.

İzleyicilerini insan ruhunun gizemli labirentlerinde gezdirmekten hoşlanan Ozon, psikanalizin kodlarını kullanarak, tansiyonu hiç düşmeyen bir gerilime imzasını atıyor.

Hassas, kırılgan ve depresif bir kadın olan Chloé’nin iç dünyasını merkezine alan film, genç ve yakışıklı bir psikolog olan Paul’un (Jéremie Rénier) devreye girmesi ile hareketleniyor. Chloé âşık olduğu Paul ile aynı evi paylaşmaya başlamasından sonra, kendinden ve geçmişinden pek bahsetmeyen sevgilisinin çok şey sakladığını keşfeder. Paul’un yine psikiyatr olan ikiz kardeşinin ortaya çıkması, Chloé’nin her ikisiyle aynı yatağı paylaşması, kızı bitkisel hayat süren acılı bir annenin (Jacqueline Bisset) devreye girmesiyle film bambaşka bir kulvara sapar.

İsterik, sado mazoşist, , sevgilisine ihanet eden, tatminsiz femme fatale rolünü (Ozon’un ‘Genç ve Güzel’de keşfettiği) eski manken Marina Vatch oynuyor. Psikiyatr Paul ile ikizini oynayan (Dardenne Kardeşlerin fetiş oyuncusu) Jéremie Rénier ile eski tüfeklerden (kısa rolüne rağmen etkileyici olabilen) Jacqueline Bisset rollerinin hakkını verebiliyorlar.

Yılda bir film çekme prensibine sadık kalan, Fransız sinemasının en üretken isimlerinden biri sayılan François Ozon’un, altından kalkılması zor bir projeyi üstlendiği ‘Tutku Oyunu’nun şüphesiz ki filmografisinde önemli bir yeri olmayacak.

İnsan ruhu üzerine derin araştırmalar içeren, erotizm soslu bu psikolojik gerilimde, Cannes’daki eleştirmenler Polanski’den izler buldular. Filmde Verhoeven’in başyapıtı ‘Temel İçgüdü’den ve Aronofsky’nin kariyerinin en başarılı filmi ‘Siyah Kuğu’dan esintiler var.

Sadizm, şiddet, cüret, cinsellik gibi temaların hakkını veren ‘Tutku Oyunu’ izlenmeyi hak eden bir film.

‘FOXTROT’ filmekimi’nde


 

74. Venedik Film Festivali’nde İsrailli yönetmen Samuel Maoz’un ‘Foxtrot’ adlı filmi Gümüş Aslan Ödülü’nü kazandı.

Festivali izleyen İKSV Film Festivali Direktörü Kerem Ayan, filmekimi programını açıkladığı dünkü konuşmasında “Altın Aslan Ödülü’ne layık olan film ‘Foxtrot’ idi” dedi.

Annette Bening başkanlığındaki Venedik jürisi, büyük ödül için tercihini, sinemanın büyücüsü, fantastik türünün bir numaralı yönetmeni sayılan Meksikalı Guillermo del Toro’nun ‘Aşkın Gücü / The Shape of Water’inden yana kullandı.

İlk uzun metrajlı filmi ‘Lübnan / Lebanon’ ile 2009 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü’ne ulaşan Samuel Maoz, ikinci filmi ‘Foxtrot’ ile Gümüş Aslan ile yetinmek durumunda kaldı.

Sekiz yıllık bir suskunluk döneminden sonra sinemaya parlak bir dönüş yapan Samuel Maoz, ‘Foxtrot’ta (ilk filminde olduğu gibi) savaş aleyhtarlığı temasına sadık kalıyor.

1982’deki ilk İsrail-Lübnan Savaşı’na katılan dört acemi tank askerinin yaşadıklarını anlatan ‘Lebanon’, bu savaşı (askerlerin gördüğü şekilde) tankın vizöründen anlatmıştı.

Savaşın dehşeti, arkasında bıraktığı travma, Maoz’un bu yenilikçi yöntemi sayesinde etkileyiciliğini artırmıştı.

‘Foxtrot’, askerdeki oğlunun ölüm haberini alan bir babanın (Lior Ashkenazi) yas sürecinde akrabalar ve ordu yetkililerinden bunalarak bir öfke nöbetine tutulmasıyla başlıyor ve sürprizlerle ilerliyor.

Kaderin sillesini yiyen bir baba - oğul ve İsrailli bir aile üzerinden, savaşın yıkıcılığını ve ardında bıraktığı travmayı, stilize bir mizansenle işleyen Samuel Maoz, kariyerinin ikinci basamağından da yüzünün akı ile çıkmasını beceriyor.

Samuel Maoz askerlik hayatındaki deneyimlerinden yola çıkarak, her iki filminin senaryosunda, korku, yaşama içgüdüsü ve savaşın tahribatını etkileyici bir şekilde işledi.

55 yaşında olmasına rağmen henüz iki film çevirdiği için üretkenliği tartışılabilecek bir yönetmen olan Samuel Maoz, oyuncularından verim almada çok başarılı bulunuyor.

‘Lebanon’da deneyimsiz dört genç oyuncunun, baştan sona bir tankın içinde geçen usta işi performanslarının, ‘Foxtrot’taki deneyimli Lior Askkenazi - Sarah Adler ikilisinin olağanüstü başarılarında, Samuel Maoz’un ustalıklı yönetiminin izleri var.

Yazgı kavramını farklı yönlerden sorgulayan film, savaş aleyhtarlığı konusundaki etkileyici mesajı ile öne çıkıyor.

Askerdeki oğlunun ölüm haberiyle sarsılan acılı baba Michael Feldman rolünde Lior Askkenazi, eşi Daphna’da Sarah Adler başarılı oyuncu kadrosunda öne çıkan isimler.

Türkiye kökenli bir ailenin oğlu olarak 1969’da Ramat Gan’da dünyaya gelen Lior Ashkenazi ile geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde jüri üyeliği yaptığı günlerde tanışmıştım.

İsrail Konsolosu Shai Cohen, Ashkenazi’nin İKSV Film Festivali yöneticilerinden kuzeni Yusuf Pinhas’i ve beni bir kahvaltıda bir araya getirmişti. 

Ashkenazi, kendisine Ladino’yu öğreten annesinin İstanbul’dan getirmesi için çalı fasulyesi ısmarladığını anlatmıştı. İsrail sinemasının sevilen bu yakışıklı aktörü ‘Foxtrot’ ile kariyerinin en parlak performansına imza attı.