Silahların gölgesinde bir festival

70. Cannes Film Festivali, ilk dört günündeki kaliteli filmleriyle umut vaat ediyor

Viktor APALAÇİ Sanat
24 Mayıs 2017 Çarşamba

70.Festivalde alınan olağanüstü tedbirler ve ilk günlerin kaliteli yapımları öne çıktı. Yılmaz Güney’in Altın Palmiyeli ‘Yol’ filminin yenilenen kopyası Cannes Classics’te gösterildi. Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in ‘Sevgisizlik’i, Amerikalı usta Todd Haynes’in ‘Wonderstruck’ı, Fransız Michel Hazanavicius’un ‘Le Redoutable’ı, Meksikalı Michel Franko’nun ‘Avril’in Kızları’ festivalin ilk dört gününe damgasını vuran filmler. Sönük geçen Açılış Galasını izleyen Fransız filmi ‘Ismael’in Hayaletleri’nin konusu inandırıcı olmaktan uzaktı.

Geçen yıl Nice’te bir kamyonun kalabalıklar içine dalarak gerçekleştirdiği terör saldırısının Fransa’yı derinden etkilediğini, bu yıl festivalde alınan olağanüstü tedbirlerden anlıyoruz.

Festival Sarayının önünde ve sahil boyunca uzanan Croisette sahil şeridinde her an makineli tüfekli askerleri görmek mümkün. Cannes Belediye Başkanı David Lisnard, güvenlik tedbirlerinin alışılmışın çok dışında, en yüksek düzeyde alındığını açıkladı.

Cannes Festivali Başkanı Pierre Lescure, “Tedbirler sadece festival katılımcılarının güvenliği için alınmadı. Fransa’nın üst düzey bir organizasyonu, her türlü tehdide rağmen, tertipleyecek kapasiteye sahip olduğumuzu kanıtlamak zorundayız,” dedi.

Lescure, festivale katılacak filmleri ilan ettiği, 15 Nisan tarihli konuşmasında, “70. yıl kutlamasını bayram havası içinde geçirmek istiyoruz. Ümit ediyoruz ki Suriye ve Kuzey Kore gibi ülkeler festivale gölge düşürmesin” diye endişelerini dile getirmişti.

Film gösterilerine katılmak üzere ilk gün Festival Sarayına giden gazeteciler, güvenlik elemanlarının üst arama noktalarındaki kuyruklarda, yarım saati aşkın bir süre beklemek durumunda kaldılar.

Sinemaya dönecek olursak, festival bu yıl hızlı başladı. İlk gün izlediğim ama yarışmanın dört filmi ile yarışma dışı olarak programda yer alan üç film, seviyeli, özgün ve kaliteli yapıtlardı.

Geçen yıl SİYAD üyelerinin yılın filmi ilan ettikleri ‘Carol’un yaratıcısı Amerikalı Todd Haynes’in ‘Wonderstruck’ı genç kuşak Rus sinemasının önde gelen ismi Andrey Zvyagintsev’in ‘Sevgisizlik / Nelyubov’u, Macaristan’ın temsilcisi Kornel Mundruczo’nun ‘Jupiter’in Ayı / Jupiter’s Moon’u, Güney Koreli Bong Joan Ho’nun ‘Ojka’sı eleştirmenleri genelde tatmin eden filmlerdi.

SEVGİSİZLİK, SEVGİ AÇLIĞI ÜZERİNE

Andrey Zvyagintsev (53) modern Rus toplumuna eleştirel yaklaşımlı dört filmiyle sivrildi. İlk filmi ‘Dönüş’ (2003) ile Venedik’te Altın Ayı Ödülü, ‘Leviathan’ (2014) ile En İyi Senaryo Ödülü, ‘Elena’ (2011) ile Belirli Bir Bakış bölümünün Jüri Özel Ödülünü kazandı.

Bu yıl Cannes’da yarıştığı ‘Sevgisizlik / Nelyubov’un Pedro Almadovar başkanlığındaki jürinin ödül listesine girmesine sanırım itiraz eden eleştirmen çıkmayacak.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, kapitalizm ile tanışan Rusya’nın insani değerlerinden uzaklaştığını filmlerinde işleyen Zvyagintsev, ‘Nelyubov’da sevgisizlik ve sevgi açlığı temalarına odaklanıyor.

Senaryo yazılımına da katılan Rus usta, boşanmanın eşiğine gelmiş, dağılan bir aile üzerinden, toplumsal hayatımızın zaaflarından biri olan sevgisizliği ele alıyor.

Annesinin baskısından kurtulup özgürleşmek için genç yaşta evlenen Zhemya, doğurduğu ancak hiçbir zaman sevgi göstermediği oğlu Aliocha’ya, boşandıktan sonra bakmak istemez. Zengin ve yakışıklı bir adamla kuracağı yeni hayatta Aliocha’nın yeri yoktur.

Eski kocası Boris, evliliğini sürdürürken genç bir kadınla yaşadığı beraberlikten ikinci kez baba olmayı bekliyordur. Aralarındaki şiddetli kavgadan, Aliocha yetimhaneye terk edileceğini anlar ve evden kaçar.

Hayatı boyunca sevgisizlik içinde yaşayan, ebeveynlerinin desteğini arkasında hissetmeyen Aliocha, birbirlerini görmeye tahammülü olamayan, birbirlerinden nefret eden iki insanı bir araya getirir. Oğullarını arayış sürecinde, boşanmış çift evliliklerini sorgulamaya başlarlar.

Filmin basın konferansında Rus yönetmen, “Eğer filmim mukayese edilecekse, Ingmar Bergman’ın altı bölümlük televizyon dizisi ‘Evlilik Hayatı Sahneleri / Scenes de la Vie Conjugale’i (1973) ile kıyaslamalarını isterim” dedi.

Yanında oturan, filmin yetenekli başoyuncusu Maryana Spivak, 2013 tarihli televizyon dizisi ‘Vasily Stalin’ ile sivrilmişti.

50 YIL SONRA YAZGILARI BİRLEŞEN İKİ ÇOCUK

56 yaşındaki Kaliforniya doğumlu Todd Haynes’in kariyerinin yedinci filmi ‘Wonderstruck’, çocuk dünyasına odaklanan, insanın içini ısıtan, duygu yüklü bir film.

Brian Selznick’in 2012’de yayınlanan ‘Blackout’ adlı romanından senaryosunu yazdığı ‘Wonderstruck’, iki ayrı dönemde, 1927 ve 1977’de yaşamış Ben ile Rose’un öyküsünü anlatıyor. Biri kız, diğeri erkek olan bu çocukların müşterek kaderleri, ikisinin de sağır olmaları.

1927’deki öyküde sağır-dilsiz Rose, katı disiplinli, sevgisiz babasını terk edip, New York’a hayranı olduğu, sessiz sinemanın ve tiyatronun ünlü yıldızını (Julianne Moore) aramak için yola çıkar. Bir kaza sonucu sağır olan Ben, 1977’de geçen öyküsünde, hiç görmediği babasını bulmak için New York’a gider.

Sessiz sinemanın son döneminin ünlü yıldızını bulmayı başaran Rose ile babasının ünlü bir müze araştırmacısı olduğunu öğrenen Ben’in öyküleri, dengeli ve ustalıklı bir paralel kurgu ile anlatılır. İki sevimli çocuğun yazgılarının, 50 yıl aradan sonra kesiştiğini, filmin nefes kesici, nefis final bölümünde görürüz.

Filmin 1927’de geçen bölümü için Todd Haynes siyah- beyazı tercih etmiş. Renkli çekilen 1977 bölümü, ilki gibi mükemmel dekor ve mekan seçimi ile, dönemin New York’unun atmosferini yansıtmada çok başarılı.

Sanat, dekor ve kostüm tasarımcıları, Todd Haynes’in ustalığına katkı sağlarken, mükemmel bir oyuncu kadrosu yönetmenin başarısına ortak oluyor. Görüntü yönetmeni Edward Lackman, Haynes’le olan birliktelikleri, ‘Cennetten Uzak/ Far For Heaven’ (2003) ve ‘Carol’da (2016) Oscar’a aday olmuştu. Haynes’in fetiş oyuncusu Julianne Moore, bu filmde iki rolü üstleniyor. Moore üç yıl önce Cannes’da, David Cronenberg’İn ‘Maps to the Stars’daki performansıyla En İyi Aktris seçilmişti. Filmde kısa bir rolü olan Michelle Williams da bu yıl ‘Manchester By the Sea’ ile En İyi Yardımcı Aktris dalının Oscar adayları arasındaydı.

 AÇILIŞ FİLMİ EV SAHİBİ FRANSA’DAN

İtalyan aktris Monica Belluci’nin takdim ettiği Açılış Galası’nda bir Fransız filmi yarışma dışı olarak gösterildi.

Bu Arnaud Desplechin’in ‘İsmael’in Hayaletleri/ Les Fantomes d’Ismael’in gerilim-dram türündeki filmiydi.

Yönetmenin Lea Mysius ve Julie Peyr ile müştereken yazdığı senaryo, yeni filmine başlamak üzere olan bir sinemacının, 20 yıldır izini kaybettiren eski bir sevgilisinin çıkıp gelmesiyle yaşadığı travmayı anlatıyor.

Mathieu Amalric’in canlandırdığı dul yönetmen İsmael, ortadan kaybolduğu için öldüğü var sayılan sevgilisi Carlotta’nın (Marion Cotillard) yasını tutmayı sürdürmektedir.

Yapmaya hazırlandığı filmde, hayatında rol model olarak aldığı diplomat kardeşi İvan’dan esinlenmektedir. İsmael iki yıl önce tanıştığı ve mutluluğu yakaladığı bekâr bir kadın olan Sylvia (Charlotte Gainsbourg) ile yeni bir hayata başlamak üzeredir.

Carlotta’nın aniden ortaya çıkıp, İsmael’e ihtiyacı olduğunu, onunla yaşamak istediğini söylemesiyle, genç adamın hayatı alt üst olur. Bu garip duruma dayanamayan Sylvia kendisini terk eder.

57 yaşındaki Desplechin, bu filminde doğum yeri olan Roubaix’yi arka planda fon olarak kullanıyor.

Kendisi Cannes’a yabancı bir yönetmen değil. Beş kez ana yarışmaya, iki kez Yönetmenler Haftasına, bir kez de Belirli Bir bakış Bölümüne katılmak üzere Cannes’a geldi.

Desplechin, bu son filminin senaryosunda Carlotta’nın ağzından dinlediğimiz İsmael’e yaşattığı 21 yıllık gizemli boşluğa akılcı bir çözüm bulduğunu söylemek zor. Yahudi yönetmen Henri Bloom’un kızı Carlotta, 20 yaşındayken kendini yalnız ve çaresiz hissettiği bir gün, kocasını terk edip bir trene biner, Lyon’da iner. Yıllarca başıboş dolaştıktan sonra sahte bir kimlikle Yeni Delhi’ye gider. Himayesine girdiği Alex ile evlenir, kocasının ölümüyle İsmael’e geri döner ve hayatına bıraktığı yerden devam etmek istediğini söyler.

Ciddi bir inandırıcılık sorunu yaşayan bu senaryo, İsmael’in gizemli diplomat kardeşinin (Louis Garrel) paralel öyküsünü anlatmakla bir çıkış yolu bulmayı dener. İyi bir öykü anlatıcısı olduğunu, tansiyonu hiç düşmeyen sinema diliyle kanıtlayan Desplechin, müthiş bir oyuncu kadrosunun desteğine rağmen başarılı sayılmaz.

 YILIN SİNEMA TRENDİ: GÖÇMEN SORUNU

Festivalin ilk iki gününde gösterilen, ana yarışmadaki Macar filmi ‘Jüpiter’in Ayı/Jupiter’s Moon’ ile yarışma dışı Vanessa Redgrave’in ‘Denizin Acısı/Sea Sorrow’, günümüzün en önemli toplumsal yaralarından biri olan göçmen sorununu işliyordu. Michael Haneke’nin üçüncü Altın Palmiye’ye adaylığını koyduğu, programdaki filmi ‘Happy End’de bir burjuva ailenin üzerinden göçmen krizini işliyor.

Üç yıl önce Laszlo Nemes’in ‘Saul’un Oğlu’ başyapıtıyla temsil edilen Macar sineması, bu yıl Kornel Mundruczo’nun ‘Jüpiter’in Ayı’ ile yarışmadaydı. 2014’te, Budapeşte’deki bir kız çocuğuyla köpeğinin öyküsünü anlatan, görkemli ‘White Dog’ ile yönetmen Belirli Bir Bakış Ödülü’nü kazanmıştı.

Göçmenlere karşı acımasız, tavizsiz, katı bir politika güden Macaristan, filmde gaddar bir polis tarafından temsil ediliyor. Sınırı kaçak olarak geçen, tutuklanıp kampa sevk edilen göçmenler arasında, bir teröristin oğlu, yaralı Aryan vardır. Göçmenlere rüşvet karşılığı yardım eden Doktor Stern, Aryan’ın olağanüstü bir gücünü paraya çevirmek için ortaklık teklif eder.

Fantastik ögelerle anlatılan film eleştirmenleri tatmin etmedi.

Vanessa Redgrave, göçmen sorununa tarihsel konsepti içinde eğilen ‘Denizin Acısı/Sea Sorrow’ belgeseli için ilk kez kamera arkasına geçti.

80 yaşındaki sanatçı, parlak oyunculuk kariyerinde, ‘Julia’ (1978) ile Oscar, Karel Reisz’in iki filmi, ‘Morgan’ (1966) ve ‘Isadora’ (1968) ile iki kez Cannes’da En İyi Aktris ödüllerini kazandı.

Merakla beklenen ilk yönetmenlik denemesinde, insan hakları savunucusu ve aktivist geçmişini anlatmakla başlıyor Redgrave. Lise öğrencisi iken 1966 Macar ihtilalinden kaçan göçmenlere Londra’da verdiği desteği, Filistin Sorunundaki değişmez pozisyonunu anlattığı filmde, Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenlerin durumunu gözler önüne seriyor. Bu belgeselde İtalya’ya, Yunanistan’a, Fransa’ya, İngiltere’ye ayak basan mültecilerin hayata tutunma çabalarına değiniyor. İnsan “keşke yolunu üç milyon Suriyeli göçmene kapılarını açan Türkiye’den geçirseydi” demekten kendini alamıyor.

Vanessa Redgrave’in belgeseline destek veren Ralph Fiennes ve Emma Thompson iki sekansta karşımıza çıkıyor.