Alman Subayın Evi

Üç genç kızın hayatını şekillendiren büyük kırılmaların nedeni, yaşadıkları küçük anlarda saklı olabilir miydi?

TUNA SAYLAĞ Sanat
10 Mayıs 2017 Çarşamba

Leman, Elsa ve Despina, Büyükada’nın o kozmopolit atmosferinde mutlu bir geleceğin hayalini kurarken dostlukları, savaşın yarattığı çaresizlik ve önüne geçemedikleri nefsleri ile mi sınanıyordu? Son romanı ‘Alman Subayın Evi’nde, kırık bir aşk hikâyesi ile yaralı bir dostluğu öyküleyen Liz Behmoaras, yine elinizden bırakamayacağınız, yer yer kendinizi ve ailenizi bulabileceğiniz bir dönem romanına imza atmış. İşte yazarla paylaştığımız sohbetten satırbaşları…

 

Çok şanslıyım! Çünkü Liz ne zaman yeni bir roman yayınlasa onunla Şalom namına söyleşi yapmak hep bana nasip olur. Uzun yıllar zarfında bu neredeyse bir alışkanlık haline geldi. Alman Subayın Evi’ni de büyük bir zevk ve merakla okudum. Yer yer ince detaylara takıldım; mesela farklı adlarla betimlediği gri renginin tonlarına, önemli - önemsiz bütün kahramanların isimlerinin kişilikleri ya da meslekleri ile uyumuna… Yahudi ebeveynlerin tutum ve söylemleri de çok tanıdıktı benim için, hiç ezberimi bozmadı diyebilirim.

Bu kitap aslında Elsa ile Leman’ın hikâyesi…

Romanın izinde 1. Dünya Savaşı’nın ilk yılları ile 1964 senesi arasında gidip gelirken arka planda ülkenin tarihsel gerçekleri, İstanbul ve Büyükada’daki gündelik hayat, farklı kültürlerin gelenekleri, bayramları, komşulukları anlatılıyor. Ayrıca bir zamanlar nüfusları yüz binleri bulan dini azınlıkların dönem dönem ükeden nasıl gitmek durumanda kaldıklarına da tanıklık ediyoruz.   

 Ana kahramanlarınız Leman, Elsa, Despina… Birinci Dünya Savaşı döneminde farklı dinden ama aynı okulda okumuş ve anlaşılan ancak bundan dolayı arkadaş olabilmiş üç genç kız.  Neden onlar?

Bu üç genç kız sadece farklı dinden değil aynı zamanda Osmanlı’nın yapısal modeline göre üç farklı ‘millet’ten. Onlara romanımda hayat vermemin nedeni, Osmanlı’nın son döneminde bu milletler arasındaki yoğun iletişimsizliğe, bunun yol açtığı çeşitli sorun ve karmaşıklığa, bazen kaynağı olabileceği özgünlük ve zenginlikler kadar, felaketlere değinmekti.

 Elsa ve Leman’a, “Günahsız (masum) olan öne çıksın” desek sizce hangisi ilk adımı atar? Neden?

İlk adımı atabilecek olan sanki Leman! O kendini günahsız hisseder miydi, bilemiyorum ama onu etrafındaki insanlar arasında en masum olanı olarak görüyorum.

 En güçlü, en başına buyruk gözüken ve gizli de olsa 1900’lerin başında babasız bir çocuk doğurma cesaretini göze alan Leman, aslında son derece duygusal ve kırılgandı bana göre. Farkında değildi belki ama intihar fikri zaten hep içindeydi, sadece bir sebebini bekliyordu. Ne dersiniz?

İntihar fikri içindeydi demekten ziyade, intihar eğilimli bir ruhsal yapıya sahip gibi bir cümle kuralım. Etrafında kötü giden ne varsa, kendini ondan sorumlu tutan ve onu giderebilecek güçte biri olmayan Leman, bundan dolayı da sürekli kahroluyor.

 Leman, aynı zamanda yaman bir feminist ve yüzde yüz inanmış bir savaş karşıtı.

Kitaptaki savaş karşıtlığı ancak çaresizce ifade edilen, edilmeye çalışılan bir savaş karşıtlığı. Zira, bunun altını çizmek isterim, Leman içinde harika duygular barındıran biri, ama bulunduğu ortamın baskısından dolayı çaresiz ve bu baskıya yüzde yüz başkaldıracak kadar ne yazık ki yeterince güçlü değil. Oysa benim en sevdiğim biyografi kahramanım ve gençliği Leman’ınkiyle aynı döneme rastgelen bir Suat Derviş örneğin, bütün bu baskılara rağmen amaçlarının nerdeyse tümüne ulaşabilmiş bir gazeteci yazardır, bildiğiniz gibi.

 Suat Derviş’den söz açılmışken yeni ve zenginleştirilmiş baskısı Doğan Kitap’tan, bu romandan biraz önce çıkan ‘Suat Derviş Efsane Bir kadın ve dönemi’ biyografisinden bahsedelim mi? 

Bu yeni baskı yeni ve hiç yayınlanmamış belgeler sayesinde, katıksız komünist Suat Derviş’in şimdiye kadar pek bilinmeyen iki yönüne ışık tutuyor. İlki Atatürk’e olan katıksız hayranlığı, ikincisi ise ilk aşkı diye bilinen Nazım Hikmet ile yaşamı boyunca sürdürdüğü karmaşık ilişkiler, ki bunlar zaman zaman okurda Nazım açısından hayal kırıklığı yaratabilir.

 Leman’a ve ‘ekalliyetten’ arkadaşlarına dönelim… Elsa ile dostlukları çok sağlam, savaşın örseleyebileceği türden değil sanki…

Doğrudan değil tabii… Leman din, dil, ırk ayırımları kale alacak biri değildir. O tüm bunların ötesinde, sadece ve sadece insanı seçer, onu sever. Elsa ile dostlukları savaşla baş gösteren bir durum yüzünden sınanıp büyük yaralar alacaktır.

 İmkânsız dediğiniz bir paylaşımdan ötürü mü?

Bırakalım da bunu okur kendi keşfetsin.

 Roman yazmak boş bir evde oturup hayaletlerin yolunu gözlemektir diyorsunuz. Kimlerdir, nelerdir bu hayaletler?

Her türlüsü vardır… Hesaplaşılacak insanlar ve olaylar, kişisel, ailevi ve toplumsal anılar, uğruna mücadele verilecek fikirler, o güne kadar ifade edilmemiş duygular, söylenmemiş sözler… Bir roman bazen hepsini birden bazen de bir kaçını ya da bir tekini barındırır.

 Alman Subayın Evi’nde bunların hemen hepsinin var olduğunu söyleyebilir miyiz?

Aynen öyle.

 Kitabınızı atfettiğiniz anneanneniz romanın neresinde?

Tabii ki en çok Elsa karakterinde ama aslında biraz da her yerde…

 Kitapta Osmanlı Yahudi Cemaatine dair verilen ufak tefek bilgilendirmeler var; bayramları, gelenek ve görenekleri, savaşa, devlete ve kendilerine bakış açıları gibi. Bunları ne amaçla yazdınız? 

Kökenim dolayısıyla; bunları çocukluğumda, bazılarını büyüklerimden defalarca dinledim, bazılarını da ailemde gözlemledim ve bir kez daha aktarmak istedim. Bir kez daha dememin nedeni, bunu önceki bazı kitaplarımda da yapmış olmam. Bu romanı yazarken zaman zaman daha önce yazdıklarımı kaynak olarak kullandım. Hatta bazen tabiri caizse kendimi ‘kopyaladım’ bile diyebiliriz.

 

 Dönem romanı yazmak nasıl bir şey?

Bana sorarsanız kendi başına çılgınca heyecan verici, yorucu ve eğlenceli bir iş. Adeta bir koleksiyoncu merakıyla yaklaşılan yapboz oyunu… Birazcık tehlikeli de… Bizzat görmediğiniz, duymadığınız, koklamadığınız, sadece, tarafsızlığı tartışılabilir belge ve anlatıların, silik resimlerin süzgecinden geçmiş tasvirlere kalkışıp o tasvirleri hakiki ve tutarlı kılmaya çalışıyorsunuz. Ayağınız her an kayabilir, her an tökezleyebilirsiniz.

 

Alman Subayın Evi, o evde ve civarında bir zamanlar sesleri yankılanmış, o eve gölgelerini bırakmış olan ölüleri bir roman süresi boyunca diriltmek için yazıldı.

Zaten roman yazmak, biraz da boş bir eve gelecek olan hayaletlerin yolunu gözlemek değil midir?