Uydurma tarihten korunmanın ‘sırrı’

Sözün içeriğinden çok ambalajının kıymetli olduğu ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Ambalajın da eskisi gibi kaliteli olmasına gerek yok; kahvehaneden az evvel çıkmış, mahallenin sevilen bakkalı seviyesinde bir ton tutturmanız yeterli. Çünkü samimiyet satacaksınız. Ürününüze bir miktar ‘samimiyet’ serpiştirdikten sonra kimse sizi sorgulayamaz, paşa gönlünüz nasıl isterse öyle çarpıtabilirsiniz.

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı 0 yorum
19 Nisan 2017 Çarşamba

Sözün içeriğinden çok ambalajının kıymetli olduğu ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Ambalajın da eskisi gibi kaliteli olmasına gerek yok; kahvehaneden az evvel çıkmış, mahallenin sevilen bakkalı seviyesinde bir ton tutturmanız yeterli. Çünkü samimiyet satacaksınız. Ürününüze bir miktar ‘samimiyet’ serpiştirdikten sonra kimse sizi sorgulayamaz, paşa gönlünüz nasıl isterse öyle çarpıtabilirsiniz.

Türkiye’nin Mehter Marşı ile İzmir Marşı arasına sıkıştırılmak istendiğini, ikisinden de ortak bir gelecek ve demokratik bir ülke çıkmayacağını söylüyorsanız; ikisinin de ayrımcılık yaratan marşlar olduğunu iddia ediyor, yani gülümseyerek süslü laf ederken kocaman bir yalan söylüyorsunuz demektir. Hele ki daha dün her tarafta megri megri sesleri yükselirken rahatsız olmadığınız marşlar bugün sorun oluyorsa, meselenin menfaat meselesi olduğu açıktır. Yine de marşları kara propaganda malzemesi yapmak, en iyi ihtimalle kötü niyet örneğidir.

İzmir Marşı’nın Kürtleri dışladığı iddiası daha bugünkü saçmalık, bunun dayandığı başka bir saçmalıksa Cumhuriyet ve Atatürk’ün -yakın zamanda icat edilen- sözüm ona ‘Kürt nefreti’ fantezisidir. Neyse ki internet sayesinde medya arşivleri artık herkesin ulaşabileceği kadar yakın, böylece YouTube’da gezinirken dahi Ahmet Kaya’nın “En büyük komutanlığı ülkesini ve insanları sevmesidir” diyerek Atatürk’ü uzun uzun övmesine rastlayabiliyorsunuz. Atatürk’e ve Cumhuriyet’e her gün küfreden ‘güya’ sosyalistler için yaşanmaya hazır birçok şok var. Çünkü şu meşhur ‘ezber bozanlar’, iki gazete üç kalemle suyu bulandırıp yakın tarihi bile, hem de sol adına çarpıtınca, arkadan gelen yeni nesil, daha anne-babalarının şahit olduğu günlerden bihaber yetişti. Haliyle bu kuşak Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in suretini iyi bilir de yazdığını, söylediğini pek bilmez; Atatürk ve Kurtuluş Savaşı vurgularının çokluğunu görünce şaşakalır oldu.

Ezber bozmanın şehvetine kapılan bir başkası da çıkıp Çanakkale Savaşı’nın antiemperyalist olmadığını buyurmuşlar, çünkü Osmanlı İttifak Devletlerinden biri imiş, vallahi mükemmel bir noktaya parmak basmışlar! Lafın kulakta öyle bir tınısı var ki sanırsınız savaşın ana gerekçelerinden biri Osmanlı topraklarının paylaştırılması değil de Osmanlı’nın toprak kazanma mücadelesi. Cephenin adı bile durumu anlatır aslında, Çanakkale Savaşı’ndan bahsediyoruz, Amerika’da yeni keşfedilmiş bir toprak parçası değil, Afrika’da kauçuk aradığımız bir yer hiç değil. Savaştan sonra açığa çıkan, dönemin uluslararası ilişkiler ürünleri olan gizli anlaşmalara bakıldığında en önemli konulardan birinin ‘hasta adamın’ nasıl rahmete yürüyeceği, mirasının da kimlere hak olacağı olduğu rahatlıkla görülür.

Cephede eli silah tutanlara bakıldığında da benzer bir sonuç çıkar. İngiltere sömürgelerinden asker çıkarmıştır da o ‘emperyalist Osmanlı’nın’ lise öğrencileri gönüllü olarak yazılmıştır orduya, çünkü mesele vatan meselesidir, emperyalist rüya değil. Çanakkale Zaferi’nin, İzmir Marşı’nın hedef alınmasının gerekçesi nettir, Cumhuriyet’in kurucu kadroları ilk kez burada öne çıkmaya başlamıştır; Çanakkale Zaferi bir bakıma Kurtuluş Savaşı’nın önsözü gibidir. Tam olarak da bu yüzden onlara saldırmak, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e saldırmanın ilk adımıdır.

Çanakkale’de Atatürk’ün rolünün abartıldığı, Atatürk’ün aslında İngiliz ajanı olduğu, kendisini Milli Mücadele’yi başlatması için Anadolu’ya gönderen Vahdettin’in güvenini istismar ettiği, İzmir’de Rum soykırımının yapıldığı, İzmir yangınını Türk ordusunun çıkardığı gibi saçmalıklar yıllardır farklı kesimler tarafından iddia ediliyor. Bu gibi saçmalıklar iki kelimeyi zor bir araya getiren insanlar tarafından rahatlıkla tarih tezi gibi sunulabiliyor, sunanlara da tarihle yüzleşen, cesur tarihçi gibi havalı ama anlamsız sıfatlar yakıştırılıyor. Bugün, yıllardan beri süregelen bu ‘yüzleşme’ muhabbetinin neredeyse ana akım olduğu günlerdeyiz ve ister istemez herkes bu zoraki estirilen rüzgârdan etkileniyor. Maalesef ki bu cereyanın çarptığı yine gençlerimiz oluyor. Bu sefer onları suçlamak kolay değil, çünkü okumak için güncel yayınları takip etmeye çalışan, entelektüel merakı olan gençlerimiz de ilk olarak daha popüler olan bu metinlerle karşılaşıyor.

Öte yandan bugünün gençleri bizim gençliğimize göre çok daha şanslı, çünkü önlerine konulan yemeği yemek zorunda değiller, kendi sofralarını kuracak donanıma sahipler. Öğrenmek istediğiniz konu hakkında farklı görüşlere ulaşmak için internet üzerinden tarama yapmanız yeterli. Ulusal tez merkezi, akademik dergilerinin çoğunun pdf’leri, akademisyenlerin makalelerini meraklılarıyla paylaştıkları academia.edu gibi kaynaklardan başka, bugün şurada duranlar geçmişte neredeymiş diye merak ettiğinizde kendi başınıza medya takibi yapmanız da mümkün. Size söylenen yalanlardan korunmak için, siz de biraz katkı verin; çünkü uydurma tarihten korunmanın sırrı sizsiniz, siz ve yeni çağa uygun araştırma yetenekleriniz!

2 Yorum