Seyyar Sahne’nin yeni oyunu ‘Bir Meşrutiyet Faciası Yahut Gündüzlerimiz’

“Ben kimim?” sorusunu en az bir kere gerçekten yanıtlayabilmek umuduyla sorarız. Bir süre sonra fark ederiz ki bu soru yanıtsızdır çünkü sonsuz yanıtı olabilir. Sorunun yanıtsız olması nafile olduğu anlamına gelmez. Bu soru hem neredeyse bütün felsefi ve teolojik soruların kaynağıdır hem de bizi aynı soruyu soran diğerlerinden ayırmaya yarar. Peki, ya bir an yanı başımızda “ben senim” ya da “sen bensin” diyen birilerini fark etsek ve bu ‘rüya-kâbus’tan uyanmayı bir türlü başaramasak bu sorunun bizi götüreceği yerler nereler olur?

Erdoğan MİTRANİ Sanat
13 Nisan 2017 Perşembe

GalataPerform’un kurucusu ve yöneticisi Yeşim Özsoy’un 2012’de başlattığı, yeni yazarların ilk oyunlarının okuma tiyatrolarının, söyleşilerin, atölye çalışmalarının yapıldığı, Türkiye’nin ilk oyun yazarlığı şenliği Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali, geçen yazın sonunda ilk kez İstanbul’un önde gelen bağımsız tiyatrolarının mekân ve ekiplerinin desteğiyle, oyunların yanı sıra özel projelerin ve söyleşilerin de gerçekleştiği olağanüstü bir şenliğe dönüşmüştü. Şenliğin kanımca doruk noktası ‘Balat Monologlar Müzesi’nde izlediğimiz ‘Balat’ın Sırları’ ile kumbaracı50’de Celâl Mordeniz’in okuma tiyatrosu olarak sahnelediği ‘Bir Meşrutiyet Faciası yahut Gündüzlerimiz’ çok yetenekli yeni bir yazarı Volkan Çıkıntoğlu’yu müjdeliyordu. 

Tiyatro izlenimlerini Mimesis’in web sitesinde ilgiyle ve keyif alarak okuduğum Volkan Çıkıntoğlu 1987 doğumlu, İTÜ Gemi İnşaat Bölümü mezunu. Aklı fikri tiyatroda olan genç adam, Haliç Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlamış, hâlen İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nde doktora yapıyor.

Okuma tiyatrosu olarak çok parlak bulduğumuz, sonrasında yapılan söyleşiye katılanların neredeyse bir ağızdan “mutlaka sahnelenmesi gerektiğini” söylediği oyunu Celâl Mordeniz, bu kez Seyyar Sahne’nin bir Tiyatro Medresesi yapımı olarak yönetiyor.

Oyun başladığında, birbirini tanımayan üç kişi kendilerini bir rüya oyununun içinde bulurlar. Bu üç adam aynı rüyayı gören üç farklı karakter midir? Tek bir insanın üç farklı yüzü müdür? Aynı insanın birer parçası mıdırlar? Gerçeklerle rüyalar iç içe geçerken karakterlerin hikâyeleri bir gizem bulutunun arkasından algılanmaya başlar.

Volkan Çıkıntoğlu, ‘ben’in gizemi, ‘benden ayrı bir ben olabileceği’ gibi felsefi soruları sorduğu bu rüya oyununda cevapları izleyiciye bırakıyor. Daha doğrusu önerdiği çok sayıda değişken çözümün dışında bir o kadar daha çözüm üretilebileceğinin altını çiziyor.

Zaten önemli olan sonuçta nereye varılacağı değil, yolculuğun kendisi. Müthiş keyifli, hem düşündürücü hem eğlenceli, hem de kimi zaman çok komik bir yolculuk bu.

Çıkıntoğlu, klasik Rus yazarlarına ya da Kafka’ya göndermeleriyle çok hoş bir edebi tat da içeren, zeki, akıcı, parlak bir metin yazmış. Metnin okuma tiyatrosu olarak izlediğimizde çok beğendiğimiz ilk hâli, sahneleme provaları sırasında daha da genişlemiş ve olgunlaşmış.

Seyyar Sahne, genç elemanlardan oluşmasına karşın, 1995’te kurulan BGST Tiyatro Boğaziçi ve 1999’da kurulmuş olan Altıdan Sonra Tiyatro ile birlikte Bağımsız İstanbul Tiyatrosu’nun en kıdemli üç topluluğundan biri. Türkiye’de birkaç istisna dışında, ne doğası gereği sürekli oyun üretmek durumunda olan ödenekli tiyatrolarda, ne para kazanma telaşındaki özel tiyatrolarda ne de ilk ikisine alternatif olmaya çalışan amatör ve alternatif tiyatrolarda araştırma faaliyetine yeterli önem verilmediği için Kuşadası Şirince köyünde, Türkiye’nin Tek Performans Araştırmaları Merkezi olan Tiyatro Medresesi’ni oluşturan gerçek anlamda idealist bir topluluk. 

Seyyar Sahne, son yıllarda çoğunlukla ‘tiyatro dışı’ metinlerin dramatik olanaklarını araştıran, boş bir sahnede, tek bir oyuncu ve en aza indirgenmiş aksesuarla hikâye anlatıcılığı ile fiziksel tiyatroyu harmanlayarak, oyuncu, oyunculuk, tiyatro, tiyatronun özü üzerine ayrıntılı ve çok heyecan verici çalışmalar yapmakta.

Celâl Mordeniz, oyun sonrası şaka yollu söylediğim gibi, topluluğun son yıllardaki en kalabalık oyunu ‘Bir Meşrutiyet Faciası yahut Gündüzlerimiz’i, artık topluluğun geleneği sayılacak minimalist çizgide, dekorsuz bir oyun alanında, aksesuar olarak sadece birer sandalye kullanarak sahneliyor. Dekor, Işık ve Afiş tasarımını Nursev Irmak Demirbaş üstleniyor. Tabii ki böyle bir sahnelemenin bütün yükünü oyuncular taşıyor. Doğu Can, Hakan Emre Ünal, ve yazar Volkan Çıkıntoğlu’nun kusursuz bir birlikteliğini Mordeniz, 80 dakikalık süresinin hissedilmediği, su gibi akan, müthiş etkileyici bir ‘tiyatro’ gösterisine dönüştürüyor.

Mutlaka izlenmeli. 18 Nisan 20.30’da ikincikat karaköy’de.

  

Yeni bir yönetmenden olağanüstü bir yorum

CRAFT TİYATRO’DA ‘Swallow / Yutmak’

“Ben genellikle dünyadaki en tuhaf insan olduğumu sanırdım, ama sonra dünyada o kadar çok insan var ki, kendini benim kadar tuhaf hisseden ve benimle aynı biçimde arızalı başka biri olabilir diye düşündüm. Onu hayal ettim ve onun da beni hayal ettiğini düşündüm. Sen eğer oradaysan bunu okuduğunu umut ediyorum ve bilmelisin, işte ben de buradayım ve en az senin kadar tuhafım.”                                                          Frida Kahlo

Dünyada çok fazla acı üretildiğini düşünen Anna (Ece Dizdar) eski bir dansçı. Bu acının bir parçası olmamak adına bir gün kendini eve kapatıyor, iki yıldan beri dışarıya adım atmıyor; yemek yemeyi bile bırakmış, dairesini azar azar parçalıyor.

Bir hukuk bürosunda çalışan alt kat komşusu Rebecca (Başak Daşman), beraber olduğu adam başka birini bularak çekip gidince tüm hırsını kendinden çıkarıyor. Büyük olasılıkla tüm yaşamını birine dayanarak yaşamış olan genç kadın hayattan kopmaya, teselliyi biraz da alkolde bulmaya çalışıyor. Bir rehabilitasyon merkezinde çalışan Sam’la tanışması Rebecca’yı yeni ve farklı sorunlarla karşı karşıya getirecektir.

Asıl adı Samantha olan Sam (Merve Dizdar), büyük bir sıkışmışlık içinde. Kendisini kadın bedeninde doğmuş bir erkek olarak hissediyor.

Kimsenin kimseyi anlamaya çalışmadığı, ‘norm’ sınırlarının dışına taşmanın neredeyse olanaksızlaştığı bu düzende, heyecanlı, kırılgan, ölüm orucuna yatmış, obsesif, terk edilmiş, istemediği bir bedene hapsolduğundan nefes bile alamayan bu ‘farklı’, (a) normal üç kadın, birbirlerine ulaştıkça, birbirini desteklemeye, özgürleşmeye, düzelmeye başlıyorlar… 

‘Swallow / Yutmak’, genç aktivist kadın ve eşcinsel hakları savunucusu İskoç yazar Stef Smith’in ilk kez 2015’de Edinbourgh Festivalinde sahnelendiğinde The Scotsman’s Fringe First Award  alan yepyeni oyunu. Henüz otuzlarının başında olmasına karşın, genç kadın çok sayıda ödül kazanmış dokuz oyun yazmış.

Oyunun adı bir bakıma temel yaşam içgüdüsü olan yemek ve yutmaktan geliyor. Yemek yemeyi kesmiş olan Anna’nın tekrar yutma çabası, aslında yaşama dönmenin sembolü. ‘Yutmak’,  bu kadınların sorunlarını yutup sindirmelerinin de simgesi. Ya bütün yaşadıkları terslikleri yutup hazmedecekler, ya da başaramazlarsa yaşam tarafından yutulup yok edilecekler.

Yapısal olarak hikâye anlatıcılığına yatkın oyunu, çok etkileyici bir dramatik oyunculukla yorumlayan yönetmen İbrahim Çiçek, seyircisine ve üç olağanüstü oyuncusuna güvenerek anlatı olarak zaten soyutlamaya yatkın metni görsel olarak da soyutluyor. ‘Yutmak’, ışık tasarımını da yüklenmiş olan Cem Yılmazer’in tasarladığı, iki hareketli metal paravanla ayrılmış, üç evi simgeleyen kutulardan oluşan üçlü mekânda oynanıyor. Muayenehanelerde kullanılan kâğıt rulolar parçalanarak, etkileyici ve inandırıcı şekilde kırılan aynalara, tahrip edilen televizyonlara, ya da Anna’nın darma duman ettiği mobilyalara dönüşebiliyor.

İbrahim Çiçek, 25’inde ya var ya yok bir genç. Oyunu yorumlaması olsun, oyuncularını yönetmesi olsun, olgun ve usta işi. Oyuncularından aldığı sonuç, yıllardır gördüklerimin en başarılısı, kusursuza en yakın olanı. Üç kadının monologlarını birbirinin içine geçirerek, kimi zaman diyaloglara, kimi zaman da birbirini tamamlayan müzikal kanonlara dönüştürmesi çok etkileyici.

Şık giysisi, sivri topuklu ayakkabıları, Louis Vuitton çantası ve sigara tabakasıyla genç yaşına karşın az biraz ‘kokoş’ duran Başak Daşman, beden diliyle de asıl amacı erkek gözüyle beğenilmek olan Rebecca’da müthiş inandırıcı. 

Merve Dizdar’ın Sam’ı hem doğal, hem tatlı sert, hem dokunaklı. Dayak yediği sahne çok etkileyici. Erkek giysileri ve erkeksi tavırlarıyla tanımakta zorlanmadım değil.

Üzerinden dökülen tshirt/geceliğiyle, yalınayak Ece Dizdar, durup oturduğunda bile izleyiciye Anna’nın kendini bırakmışlığını, yaşamdan kopukluğunu aktarabiliyor. Bugüne dek, sinema dâhil bütün performanslarını izlemiş olduğum Ece Dizdar, canlandırdığı her karaktere yazarını da aşan derinlikler katan, heyecan verici bir oyuncu. Diğer iki karakterin aksine, çoğunlukla iç konuşmalardan oluşan repliklerini müthiş bir oyunculuk gösterisine dönüştürüyor. Anna’ya o kadar inanıyor ki izleyicilerini de ikna edebiliyor. Yalnızlığına çare olarak birkaç parça kâğıttan yarattığı pelikan, giderek seyirci için de gerçek olmaya başlıyor ve kapalı pencereden uçup gidişini izleyicilerle birlikte Rebecca ve Sam da görüyorlar.

Yılın en iyi 6-7 oyunundan biri. 20, 27, 30 Nisan 20.30 ve 29 Nisan 18.00’de Craft Tiyatro Kadıköy’de. Hem benzersiz oyunculukları için, hem de geleceğin çok önemli bir tiyatro yönetmeninin ilk çalışmasını tanımak için mutlaka izleyin derim.

Hepinize iyi seyirler.