Dua kitabının diğer tarafı

Sara YANAROCAK Kavram
1 Şubat 2017 Çarşamba

Kurtuluştan kısa bir süre sonra Mauthausen Kampı, Kamp Agudat Harabbanim’in (Kuzey Amerika’nın Ortodoks Rabbi Birliği) Başkanı Rabbi Eliezer Silver tarafından ziyaret ediliyordu. Ziyaretin amacı hayatta kalanlara yardım sağlamak ve onları rahatlatmaya çalışmaktı. Rabbi Silver ayrıca özel bir ibadet saati ayarlamış, Wiesenthal’i diğer kurtulanlarla birlikte, duaya davet etmişti. Wiesenthal teklifi reddetmiş ve nedenini de açıklamıştı. Wiesenthal, Rabbi Silver’a, “Kampta sofu bir adam vardı. Her nasılsa, kampa bir Sidur Kitabı sokmayı başarmıştı. İlk başlarda cesaretinden ötürü bu adama hayranlık duyuyordum. Çünkü içeriye bir Sidur Kitabı sokmak için yaşamını riske atmıştı.

Ama ertesi gün, içime tiksinti veren bir şey oldu. Çünkü bu adam, arkadaşlarının yiyecekleri karşılığında, Sidur Kitabını bir süreliğine onlara kiralıyordu. İnsanlar ellerindeki son birkaç lokma ekmeği, Sidur Kitabını birkaç dakika okuyabilmek için adama veriyorlardı. Ama bu incecik ve çelimsiz adam, o dönemde herkesten daha çok beslenmesine rağmen, yine de aralarında en erken ölen oldu. Yani planı iyi işlemedi.

Eğer dindar bir Yahudi’nin davranışı böyle olacaksa, o zaman ben de bundan sonra, elime dua kitabını alıp okumam” dedi.

Wiesenthal arkasını dönüp odadan çıkarken, Rabbi Silver arkasından gelip onun omuzunu tuttu ve Yidiş dilinde, alçak sesle, “Du dummer (seni aptal), sen neden açlıktan ölmekte olan insanların ağızlarından lokmalarını alarak, Sidur Kitabını kiralayan adamı görüyorsun? Neden, son lokmalarından vazgeçerek Sidur’u eline almayı tercih eden adamları görmüyorsun? Bu inançtır. Bu Sidur’un sahip olduğu gerçek kudreti göstermektedir” dedi.

Rabbi Silver bu sözlerden sonra Wiesenthal’a sıkı sıkı sarıldı.

Wiesenthal, “Ve ertesi günden itibaren dualara katılmaya başladım” dedi.

Not: Bu hikâye; Yerachmiel Tiles tarafından anlatılmıştır.

BATTANİYE

Rabbi Nosson Tzvi Finkel’in dersi

İsrail’de iken, Mea Şearim’e gitmiştim. Bu mahalle Yeruşalayim’in en dindar bölgesidir. Yanımdaki bir grup iş adamı ile birlikte, Mir Yeşiva Semineri’nin başı olan Rabbi Nosson Tzvi Finkel’i dinleyecektik. Çalışma odasının önünde 10-15 dakika bekledik. Sonunda kapılar açıldı.

Bizler aslında Rabbi Finkel’in ağır bir Parkinson hastası olduğundan habersizdik. O, masanın başında oturuyordu. Amacımız onu rahatsız etmek değildi. Biraz durup gidecektik. Orada öylece dururken,  bir big bang şiddetindeki yüksek sesiyle: “Beyler bana bakın, gözlerimin içine bakın…” derken, etraf sessizliğe büründü. Sesindeki sertlik hepimizi ürkütmüştü. Vücudu titremelerle sarsılıyordu. Ona öylece bakabilmek bir yana, ne dediğini bile güçlükle anlıyorduk.

“Sizlere ayıracak birkaç dakikam var. Ne de olsa sizler çok önemli Amerikalı iş adamlarısınız. Burada bir şeyi çok iyi kavramanız gerekiyor” dedi ve sordu:

“Bana kim Holokost’tan hangi dersi çıkarsamamız gerektiğini söyleyebilir?” Orada duran bir genci işaret etti. Genç ne diyeceğini bilemedi. Hepimiz sanki mezuniyet sınavında gibiydik. Genç adam, “Bunu asla unutmayacağız” gibi bir şeyler geveledi. Rabbi onu susturdu. Ben o gencin adına kendimi berbat hissediyordum. Başka birine işaret etti. Hepimiz masanın altına girip saklanmak istiyorduk.  Neyse ki bana sormamıştı. Resmen ter içindeydim. İkinci genç şöyle dedi, “Bir daha asla ne kurban olacağız, ne de böyle şeylere seyirci kalacağız.” Rabbi bize bakarak, “Beyler, siz hiçbir şey anlamıyorsunuz. Gelin size bir insan ruhunun esasını anlatayım. Bildiğiniz gibi Holokost döneminde insanlar trenlere bindirilir ve insanlık dışı şartlarla kamplara nakledilirlerdi. Herkes, çalışma kampına gittiklerini sanırlardı ama biz hepimizin bir ölüm kampına götürüldüğümüzü biliyorduk.

Saatlerce süren bu insanlık dışı yolculukta, ışık yoktu, tuvalet yoktu ve hava buz gibiydi. Kampa varıldığı zaman, yük vagonunu kapıları gıcırtıyla açılır, insanların gözleri kör edici bir ışıkla kamaşırdı. Erkekler kadınlardan ayırılırdı. Anneler kızlarından, babalar oğullarından… Ardından hepsi uyumak üzere barakalara gönderilirlerdi. Uyumak için gönderildikleri yerde, her altı kişiden birine bir tek battaniye verilirdi. Battaniye verilen kişi orada şöyle bir düşünceye dalardı, ‘Ben eğer buna sarınıp uyursam, diğerleri donacak. O halde battaniyeyi onlara doğru iteyim. Haklarını yememiş olurum. Donacaksak birlikte donup ölürüz…’ İşte burada, insan ruhunun gücünün tanımının ne olduğunu öğrendik. Çünkü hepimiz ellerimizdeki battaniyeleri diğer beşimizin olduğu tarafa itmiştik.” Rabbi biraz durdu ve bize tek tek bakarak, “Şimdi hepiniz battaniyelerinizi elinize alın. Onlarla Amerika’ya gidin ve diğer beş kişilere doğru, battaniyelerinizi itin” dedi.

Not: Bu hikâye Howard Schultz tarafından anlatıldı.

Howard Schultz, Starbucks’ın yönetim kurulu başkanı ve sahibidir. Bu hikâyeyi Colombia Üniversitesinin Ekonomi Fakültesi tarafından, kendisine verilen bir ödül töreni sırasında, konuşmasına başlarken anlatmıştı.