Oyun Atölyesi’nden bir eski bir yeni Neil LaBute ‘Hansel ve Gretel’in öteki hikâyesi’

İstanbul seyircisi, ABD’li oyuncu, oyun ve senaryo yazarı, bağımsız film yönetmeni Neil LaBute’u, güzellik kavramı üzerine kaleme aldığı, ‘Şeylerin Şekli’, ‘Zorla Güzellik’ ve ‘Şişman Domuz’ üçlemesiyle tanımıştı.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
14 Aralık 2016 Çarşamba

LaBute’un ilk kez 2011’de sahnelenmiş olan ‘In a Forest, Dark and Deep / Bir Ormanda, Karanlık ve Derin’ oyunu, Haluk Bilginer tarafından Türkçeye kazandırılarak geçen mevsim ‘Hansel ve Gretel’in Öteki Hikâyesi’ adıyla Oyun Atölyesi repertuarına girmişti. Ayça Bingöl ile eşi Ali Altuğ’un çok beklenen ikiz bebeklerinin doğumu için verilen uzunca bir aradan sonra tekrar sahnelenmekte.

1963’de doğan LaBute, 18 yaşındayken 2005’de ayrılacağı Mormon Tarikatına girmiş, ilk oyunu ‘In the Company of Men / Erkekler Topluluğunda’, Mormon Yazın Birliği ödülünü almıştır. Oyunu filme alarak sinemaya geçen LaBute, bugüne kadar 25 oyun yazmış, çoğunun senaryosunu yazdığı 15 de film yönetmiştir.

LaBute’un yazın biçemi, argoya yatkın, kısa ve öz diliyle, en beğendiği yazarlardan David Mamet’den izler taşır. Mamet’in gözde temaları cinsiyetlerin ilişkilerine, siyasi dürüstlük ve erillik sorunlarına kendi yazdıklarında da bolca yer verir. Kadınlarla erkeklerin birbirlerini kandırmaktan zarar vermekten sanki zevk aldıkları oyunlarının belirgin özelliği, insan doğasındaki kötücüllüğün, zaafların, acımasızlığın olabilecek en estetik şekilde ortaya konmasıdır.

Hansel ve Gretel’in Öteki Hikâyesi Bobby’nin, ablası Betty’nin orman içindeki yazlık evine, fırtınalı bir gecede, aniden çekip gitmiş olan kiracının bıraktıklarını toparlayıp boşaltmak için yardıma gelmesiyle başlar. İlk repliklerden kardeşlerin çocukluklarından beri sorunlu bir ilişkileri olduğu, birbirlerini pek çekemedikleri, pek de görüşmedikleri anlaşılır. Marangoz kardeşine tepeden bakan, sanat fakültesi dekanı abla, kırklı yaşlarının başında, evli, çoluk çocuk sahibi, varlıklı, kültürlü, bakımlı, güzel bir kadındır. Sadece kendi doğrularına inanan, üniversite öğrencisi kiracının ‘etüd edilmiş’ düzensizliğine, çok sayıda kitabına ve gümüş çerçeveye konmuş fotoğrafına bakarak “kesin ibnedir” diyebilen, maço, kaba, kültürsüz Bobby, başarılı, kendine güvenen, entelektüel Betty’nin tam karşıtı gibidir.

Aslında, buluştukları andan itibaren atışmaya başlasalar da, hiç benzemeseler, hiç geçinemeseler de, iki kardeş, ihtiyaç duyulmaya olan ihtiyaçlarıyla birbirlerine çok da yakındırlar. Betty, kardeşine evi toplaması için değil, ona ihtiyacı olduğu için çağırdığını söyleyecek, Bobby, tartışmaları kavgaya ve didişmeye dönüştüğünde, evden kovulsa bile gitmeyecek, gidemeyecektir.

Tesadüfen Betty’yi zan altında bırakacak bir fotoğraf bulan Bobby’nin ablasını sorgulamaya kalkışmasıyla, Hansel ile Gretel’in öteki hikâyesi, olayların ilk bakışta sanılandan çok daha farklı öyküsü başlayacaktır.

Fırtına şiddetlenir, elektrikler gidip gelirken sadece olaylar değil, karakterler de aydınlanmaya başlar. Her şeye ve herkese kızan, seksist, ırkçı, öfkeli Bobby’nin, dini inançlara dayalı katı ahlaki kuralları olan bağnaz ve tutucu bir püriten olduğu, Betty’ninse, gerçeklerden kaçınan, amaçları doğrultusunda insanları ustalıkla yönlendirebilen içgüdüsel bir yalancı olduğu ortaya çıkar…

Gerçeğin belirsizliğinin ve görünümlerin aldatıcılığının ayrıntılarına daha fazla girerek izlemenin tadını kaçırmak istemem. LaBute’un izleyiciyi her iniş çıkışta yeni bir sürprizle finale kadar soluk soluğa götürdüğünü söylemek kanımca yeterli olacaktır.

Tiyatronun ajan provokatörü olarak adlandırılan Neil LaBute’un, 1980’li 90’lı yılların iki kişilik İngiliz-Amerikan oyunları tarzındaki çalışması, “in-yer-face”in her türlüsünü kanıksamış İstanbul seyircisine pek sert gelmese de, sürprizi kolaylıkla tahmin edilse de ilginç ve etkileyici bir metin. Oyun Atölyesi’nde ilk sahnelenişinden beri kapalı gişe oynamasının asıl sebebi, başarılı yorumlanması ve iki oyuncusunun müthiş performansı.

Deneyimli yönetmen Ali Altuğ, elektriği çok iyi uyuşan iki oyuncusundan dinamik ve inandırıcı bir yorum elde ediyor. Bu, sadece 15 yıllık eşi Ayça Bingöl için değil, Bobby’yi canlandıran Salih Bademci için de geçerli. İkili, olayların traji-komik gelişmesini Betty ile Bobby’nin inişli çıkışlı tartışmaları üzerinden 90 dakika buyunca soluk soluğa izletiyor. Kendi derinlerindeki ve karanlıklarındaki fırtınaları, acıları, hayal kırıklıklarını, kırgınlık ve kızgınlıklarını izleyiciye adım adım içirerek aktarıyor. Barış Dinçel’in tasarladığı son derecede gerçekçi mekânla, derin ve karanlık ormandaki fırtınayı aynı gerçekçilikle oluşturan Kemal Yiğitcan’ın ışık ve Gülay Yiğitcan’ın video tasarımlarının katkısını da unutmayalım.

İki oyuncusunun olağanüstü yorumu için bile izlenmeye değen iyi bir oyun. 




David Hare’den ‘Skylight / Pencere’

Ünlü Britanyalı oyun ve senaryo yazarı, tiyatro ve sinema yönetmeni, 1947 doğumlu Sir David Hare, tiyatro yazarı olarak ününü ‘Racing Demon’ (1990), ‘Skylight’ (1997) ve ‘Amy’s View’ (1998) ile yapmış. ‘The Hours’ (2002) ve ‘The Reader’ (2008) filmleri için yazdığı senaryolar Oscar adayı olmuş.

Haluk Bilginer’in ‘Pencere’ adıyla çevirmiş olduğu ‘Skylight’, Londra’da yaşayan otuz yaşlarında öğretmen Kyra Hollis’in evinde bir gece boyunca yaşananların, genç Edward Sergeant’in gelmesiyle başlayan, peşinden Edward’ın babası Tom Sergeant’ın gelişiyle devam eden olayların öyküsü.

Kyra üniversitede okurken Sergeant ailesiyle birlikte yaşamış, Tom’un restoranında çalışırken çocuklarıyla da ilgilenmiştir. Üç yıl kadar önce, Tom’un eşi kocasıyla ilişkisini fark ettiğinde evden ayrılarak Londra’nın bir kenar mahallesinde öğretmenliğe başlamıştır.

Yıllar sonra izini bularak onu ziyarete gelen Edward, abla gibi sevdiği Kyra’yı neden kendisini de terk ettiği için sorgular; annesinin bir yıl önce öldüğünü, babasının giderek tuhaflaştığını anlatır. Edward’ın gitmesinden sonra aniden Tom çıkagelir. Kyra’nın doğru dürüst ısınmayan küçücük fukara dairesindeki hiç de özenilmeyecek yaşam tarzıyla hakaret sınırlarını zorlarcasına dalga geçen Tom, onu geçmiş yüzünden kendisini cezalandırmakla suçlar.

Geceyi bir yaklaşıp bir uzaklaşarak geçiren ikili, önyargılarından kurtularak geçmişteki ilişkiyi yeniden tazeleyebilecek midir? Farklı dünya görüşlerine rağmen ‘aşk’ yeniden birleşmelerini sağlayabilecek midir?

David Hare, ilk kez 1997’de sahnelenen oyununda, Thatcher İngiltere’sinin iyice ayrıştırdığı zengin-fakir ilişkisini de irdelemeye çalışmış. Üstelik bunu bir ters köşe vuruşuyla, varlıklı babası öldüğünde servetinin büyük bölümünü Hayvanları Koruma Cemiyetine bıraktığından fakirleşen eski zengin Kyra ile, alt sınıftan gelerek zenginleşen eski fakir Tom üzerinden yapmış. Kyra’ya çok iyi peynircisinden taze parmesan göndertmeyi öneren bencil yeni zengin Tom, artık fakirin hâlinden hiç anlamamakta, buna karşın Kyra, küçük dairesinde yaşayarak, küçük okulunda küçük insanlara hizmet ederek özgürleşmektedir.

Pencere için Hansel ve Gretel için yazdıklarımı tekrarlayabilirim. Bence iki oyunun da amacı, yaşamdan gerçekçi bir kesit sunarken üst düzey bir teatral performans sahnelemek.  

Tom/Kyra ilişkisi öyle özgün ve ayrıksı sayılamaz. Toplumsal içerikse biraz klişe bile gelebilir. Üç yıllık aradan sonra Tom’un, hemen oğlunun ardından, aynı gece Kyra’ya gelmesi pek inandırıcı gelmeyebilir. Yine de, inişleri ve çıkışlarıyla iyi oyunculukların değerlendirileceği sağlam bir metin var. Birkan Uz da oyunu yönetirken, Haluk Bilginer ve Esra Bezen Bilgin’e güvenmiş. Tom ve Kyra olarak müthiş bir ikili oluşturan iki ünlü oyuncu, seyirciye iki saati bulan oyun keşke hiç bitmese dedirterek keyifle, heyecanla izletiyorlar, Sahneye oyunun başında giren, son derce etkileyici finali de toparlayan Kürşat Demir, sımsıcak oyunculuğuyla muhteşem ikiliyle rahatça uyum sağlıyor. Sahne tasarımıyla Gamze Kuş, ışık tasarımıyla Kemal Yiğitcan oyunun dördüncü karakteri olan Kyra’nın dairesini başarıyla var ediyorlar.

Hansel ve Gretel olsun, Pencere olsun, öncelikle müthiş oyunculukları için izlenmeyi hak ediyorlar. Tiyatro severlere olduğu kadar, bütün genç tiyatroculara oyunculuk dersi olarak öneririm.

İyi seyirler.