Son Talika

Göç sancıları ve azınlık sorunları…

Sara YANAROCAK Sanat
7 Eylül 2016 Çarşamba

‘Son Talika’ adlı destansı romanın yazarı Sabriye Cemboluk ile söyleştik…



19. yüzyılın sonlarında başlayan ve 20. yüzyılın neredeyse üç çeyreğini kapsayan bir zaman diliminde; Batı Trakya Türklerinin ve Yahudilerinin savaş sancıları, göç trajedileri ile başlayan dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nun ağır toprak kayıplarının bu coğrafya üzerinde yaşayan halkların üzerindeki yansımaları ve ödenen acı faturalar…

Cumhuriyet’in kurulmasından sonraki döneme damgasını vuran ülkenin siyasi çalkantıları, yıkımları, acıları, bir ailenin yaşamı penceresinden okuyucuya olanca canlılığı ve ustalığı ile aktarılıyor.

 

 Sayın Cemboluk, bize kendinizi tanıtır mısınız? Yazarlık fikri nasıl doğdu?

1948 yılında İstanbul’da doğdum. İlkokula orada başladım. 1958 yılında ailemle birlikte Edirne’ye geldik. Tahsilime Bolu Kız Öğretmen Okulunda yatılı öğrenci olarak devam ettim. 1966 yılında öğretmen olan eşimle evlenip, Siirt’in Billoris köyüne gittim. Köy tek öğretmenliydi. Ben resmi olarak çalışmadım. Daha sonra bir yıl Amasya, dört yıl da Adapazarı’nın köylerinde yaşadım. 1975 yılında, İsviçre‘ye, bir yıl sonra da 1976 yılında Almanya’ya geldim. Geçtiğimiz günlerde eşimle 50. evlilik yıldönümümüzü kutladık. Dört çocuğumuz ve iki torunumuz var.

Yazarlık ve gazetecilik fikri ailedeki öncü bir kadın olan Habibe Hanım’dan kaynaklandı sanıyorum. Bir de dedem İbrahim Efendi, tarih kitaplarına ve edebiyata çok düşkündü. Evde, bir seremoni halini almış dedemin kitap sohbetleri vardı. Her gün hangi kitabı okuyorsa, ev halkına o kitaptan bir bölüm okur veya anlatırdı. Dedem çok güzel konuşan ve anlatan bir insandı. Kadın şair ve yazarların eserlerini anlatırken, özellikle benim dikkatimi çeker ve “Bak dünyada eli kalem tutan ne kadınlar var; birçok erkek yazar ve şair bunların eline su dahi dökemez” derdi. Sanıyorum daha o günlerde yapmak istediğim işi seçmiştim. Yazmaya olan hevesim ilkokulda belli olmuş, devam eden yıllarda kesinlik kazanmıştı.

Kitapta anlatılan kahramanların gerçek hayatta yaşadıkları,  kitabın başındaki ithaftan anlaşılıyor. Bu aile ile kan bağınız var mı?

Kitapta anlattığım aile, benim ailem. Lebibe Hanım anneannem, İbrahim Efendi dedem. Kızları Makbule de annem oluyor.

 Kitapta kurguların yanı sıra, tarihi gerçeklikler son derece ön planda. Bu aile öykülerini size kimler nakletti?

Kitabı yazarken tarihe ihanet etmemek için azami dikkat gösterdim. Kitabın yazılışı dört yıl sürdü. Bunun yaklaşık iki yılı, okuyup araştırmakla geçmiştir. Çünkü bir belgesel ve tarih kitabı değil ama gerçek bir biyografik tarihi roman yazıyordum. Daha önce belirttiğim gibi bu benim ailemin hikâyesi. Hiç bir şeyi yazmazlar ama ailede seçtikleri bir kız çocuğuna her şeyi anlatır, öğretir, gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlarlardı. Son kuşaklara gelindiğinde Habibe Hanım’ın hiç çocuğu olmamış,  Lebibe Hanım’ın iki kızından biri ölmüş, sadece anneme anlatmış.

     Ben de aileye gelen ilk kız torun olarak seçildiğimi sanıyorum. Çünkü diğer kardeşim ve dayılarımın çocukları bu anlatılanları bilmezler. Hatta dayılarım bile birçok şeyi bilmeden yaşadılar. Bunlar ailenin sırlarıydı. Ladino dilini sadece anneannem ve annem evde aralarında konuşurlar, dedem dâhil dayılarım ve babam bu dili bilmezlerdi. Yaşadıkları bu masum sırrın yükünü o kadar uzun zaman taşımışlardı ki, artık yazarak ve anlatarak, ruhlarını o masum sırların ağırlığından kurtarmak istedim.

 Edirne’de halen bu aileye ait kişiler var mı?

Ben tam 41 yıldır yurt dışında yaşıyorum. Dayılarım öldükten sonra ilişkilerimiz koptu. Edirne’de büyük dayımın kızları ve torunları olabileceğini sanıyorum. Henüz arama fırsatım olmadı.

 Günümüzdeki azınlık politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Okuyucularımıza bir mesajınız var mı?

Günümüzde azınlık politikalarına daha global ölçekte bakabiliyorum. Çünkü artık dünyamız, ulaşım araçlarının gelişmesi ile koca bir köye dönüştü. Herkes bir yerlerde yabancı. Herkes bir yerlerde azınlık. Bir yanı ırkçılığa, bir yanı dinsel ve mezhepsel hatta siyah-beyaza vardırılan kavgaların, ihtiyar dünyanın hiç bir döneminde insanlara mutluluk getirmediğini görüyorum. 40 yıldır yaşadığım Almanya’da, en istenmeyen azınlık gruplarından birine aitim. Ben bir Türküm. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Fiziksel görünüşüm nedeniyle, buradaki yabancıların en şanslılarından sayılırım. Buna rağmen, bir ülkede azınlık olarak yaşamanın, insanın derisinin altına kazınmış bir tedirginlik hissi yarattığını düşünüyorum. Azınlıklarla ilgili hayallerim var. Osmanlı her şeyi iyi ve doğru yaptı demiyorum ama azınlıkları ile barış kurabilmiş, hepsiyle aynı köyleri, şehirleri daha barışçıl ve huzurlu kullanabilmiştir. Sofulu, Edirne ve İstanbul‘un bazı semtleri gibi. Benim barış ve huzur konusundaki umutlarım hiç tükenmedi. Çünkü yüce yaradan, her insanı aynı şekilde yaratmış. Her insan dokuz ayda doğuyor ve her annenin çektiği doğum sancısı aynı. Eşit dünyaya gelen insanlar, sonradan yapay olarak ayrıştırılıyorlar. Ötelemeden ve ötekileştirmeden önce, birbirimizi dinlemeyi denesek, bir adım yaklaşsak, belki sevebiliriz. Ya da en azından anlamsız bir şekilde birimiz diğerimizi düşman ilan etmeyiz. Geçmişte kalan bazı dönemlerde olduğu gibi belki gene birbirimizi insan olduğumuz için, insanca sevebiliriz. Bu insanca sevgi dönemlerine en güzel ev sahipliği yapan Sofulu, Edirne ve İstanbul‘un bazı semtleri, toplumsal barışın temellerinin atılmasına belki yeniden yuva olacak, kucak açacak yerler olacaktır. İşte böyle hayallerim değil ama umutlarım var.

μ Şimdilerde yeni bir kitap çalışmanız var mı? Açıkçası şimdiden okumak için sabırsızlanıyorum.

Şu anda bitmek üzere olan yeni bir biyografik romanım var. Bu defa tarihin tozlu sayfaları arasında dolaşmıyorum. İstanbul’da doğmuş, hatırlamadığı bir yaşta çocuk yetiştirme yurduna bırakılmış, 38 yaşında genç bir adamın, sıradan gibi görünen, okudukça derinleşen, hayat hikâyesini yazıyorum. Kendi adı da, kitabın adı da ‘Okyanus Ümit’. Bu şahıs, otellerde animatörlük yaparak hayatını kazanmaya devam ediyor. Son birkaç haftadır Facebook sayfamda, romandan bölümler paylaşıyorum. Yeni yılda ise planladığım yeni bir tarihi biyografik roman olacak sanıyorum. Güzel İzmir‘in Mordoğan Köyünden bir hikâye ile devam edeceğim inşallah. Yüzyıllarca Türkler ve Rumların barış içinde birlikte yaşayabildiği bu köyü ve büyük acılarla birbirinden ayrılan iki halkın ortak hikâyesini yazmaya çalışacağım. Yani biraz da Ege rüzgârları estirmek istiyorum.

 Kitapta özellikle azınlık halklarla ilgili olayları derinlemesine anlatmışsınız. Mesela Trakya Olayları, 6-7 Eylül Olayları o denli derinlemesine betimlenmiş ki, yaşanmışlıklar sanki fotoğrafa bakarmışçasına gözde ve akılda canlanıyor. O dönemler hakkında ne söylemek istersiniz?

Azınlık hakları benim her zaman ilgi alanıma giriyordu. Kendi aile hikâyem nedeniyle, her zaman evimizde konuşulan ve güncelliğini hiç kaybetmeyen bir konuydu. Trakya Olayları, tarihçilerin bile pek fazla yazmadığı, Mustafa Kemal Atatürk’e rağmen yapılmış ırkçı bir kalkışmaydı. Belki de Nazi Almanya’sının ilk provası Trakya’da yapılmıştı. İlerleyen yaşlarımda bilgim ve bilincim arttıkça bu olayların da yazılması gerektiğini düşündüm.

6-7 Eylül Olaylarında, artık o yıl okula başlayacak olan, her şeyi hatırlayan cin gibi bir çocuktum. Kocamustafapaşa’da oturulan o ev benim doğduğum ve 7 yaşıma kadar yaşadığım evdi. O geceyi ve ertesi günü çocuk gözlerimle gördüğüm ve kulaklarımla duyduğum seslere dayanarak yazdım. Ertesi gün Samatya’da ve Mahmutpaşa’da anneannemin ve dedemin yanında ben de vardım. Belki yazar olacağım o zamanlardan belliymiş ki, galiba beynimi bir kayıt cihazı, gözlerimi fotoğraf makinesi gibi kullanmayı keşfetmişim. Baktığım yerde hiç bir küçük ayrıntıyı gözden kaçırmamak gibi bir özelliğim var. Bu özellik yazarlık hayatımda gerçekten çok işime yarıyor. 6-7 Eylül Olayları hakkında çocuk aklımla verdiğim karar, 60 yıl sonra şimdiki aklımla da değişmedi. Yapılanlar büyük bir haksızlıktı. Olmayan suça ceza verilmez. Neyin cezasını çekmişti o insanlar? Ve bu cezayı onlara kim hak görmüştü? Neden böyle olmuştu? Bu soruların içine dalınca kendimi karanlık bir köstebek yuvasının labirentleri arasında sanıyorum. Artık geçmişle barışık yaşamak istiyorum. Soru sormaktan vazgeçtim. Ben sadece gelecek kuşaklara bir fotoğraf bıraktım. Hükmünü zaman ve tarih verecek. 

 Sayın Sabriye Cemboluk, bana ayırdığınız değerli vaktiniz için size sonsuz teşekkürler ediyorum.

Ben de ilginizden dolayı size ve Şalom gazetesine çok teşekkür ederim.